130 sonuç bulundu
Uygulanan Filtreler
  • Mustafa Kemâl Atatürk
Yayın Yılı
Yazarlar
Anahtar Kelimeler

Laiklik Nedir, Şeriat Nedir?

Belleten · 1978, Cilt 42, Sayı 167 · Sayfa: 427-436 · DOI: 10.37879/belleten.1978.427
Tam Metin
Ulu Önder Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün, düşmanları yurdumuzdan koyduktan sonra gerçekleştirdiği ve hepsi bir bütün olan devrimlerinin en önemlisi laikliktir. O, sadece yurdumuzu, ulusumuzu düşman saldırısından kurtarmakla kalmadı, kurtardığı yurdun bir daha her yönden öyle kötü bir duruma düşmemesi, kişi özgürlüğüne, hak ve eşitlik ilkelerine dayanan cumhuriyet rejiminin sonsuza dek sapasağlam ayakta durabilmesi için birbirini tamamlayan bir dizi köklü devrimler yapmıştır. Gazilik ve mareşallik gibi dini ve askeri en yüce iki rütbeyi taşıyan ATATÜRK, askeri dehasının erişilmezliği yanında asıl bu devrimci yönüyle dünya tarihindeki şanlı, şerefli yerini almıştır. Laiklik, cumhuriyet rejiminin ayrılmaz bir parçasıdır; çünkü cumhuriyet rejimi, toplumun, kendi seçtiği kişilerden oluşan meclislerce kendi kendini yönetmesidir. Bu yönetim, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin ayrı ellerde olmasıyla gerçekleşir. Yasama, yani kanun yapma işi Millet Meclisinin görevidir. Yürütme ve yargı bu yasalarla olur. Bir başka deyimle cumhuriyet rejiminde toplumla ilgili işler insanların yaptığı kanunlarla yürütülür.

Türk Kurtuluş Savaşı'nın Tarihsel Konumu ve Niteliği

Belleten · 1976, Cilt 40, Sayı 160 · Sayfa: 599-616 · DOI: 10.37879/belleten.1976.599
Tam Metin
Tarihçi için en güç iş, yakın geçmiş üzerinde kalem oynatabilmektir. Hele bu, bir de kendi ulusunun yakın geçmişi ise, nesnel kalma gerekliliğinin bilincinde olan tarihçinin durumunu daha da zorlaştırır. örneğin, yakın geçmişin sorumluluğunu taşıyan kişilerin ya da onların kuşağından muvafık-muhalif hatta minnettar-kindar insanların tüm duygu ve düşünceleriyle yeni kuşakları etkileyerek ya da karşılarına alarak yaşamakta ve kavgalarını sürdürmekte bulunması, olayların akışındaki yavaşlamalar, sapmalar, çapraşmalar ve kesintiler dolayısıyla toplum çoğunluğunun bir türlü ağırlığı siyasada ve yönetimde duyulan ortak bir bulunçsal yargıda birleşememiş olması, kurumların ve yasaların henüz objektif görüşler belirtilmesini hoş gören bir niteliğe kavuşmaktan uzak ve gerçeklere ışık tutacak en önemli resmi belgelerin hala kilitli kasalarda sır olarak kalması gibi nedenler, ciddi tarihsel incelemeler ve değerlendirmeler yapmayı olanaksız kılan etkenler olur.

Mareşal Fevzi Çakmak'ın Hatıraları ve Atatürk

Belleten · 1976, Cilt 40, Sayı 157 · Sayfa: 81-92 · DOI: 10.37879/belleten.1976.81
Tam Metin
Hürriyet Gazetesinde 10 Nisan 1975 günü başlayıp, kırk gün süren rahmetli büyük komutan Mareşal Fevzi Çakmak'ın anıları, muhtemeldir ki, birkaç ağız ve el değiştirdiği için epeyce yanılgıları içermektedir. Bize, aynı zamanda belge ve gerekçelere göre, düşüncelerimizi ve bazı doğru belgeleri sunmayı ödev saydık. Diler ve umarız ki, bu yazımız, Atatürk'e ve eserlerine saygı ile bağlılık yönünden, aynı zamanda gerçekleri yansıtmak bakımından yararlı olsun.. II.4.1975 tarihli sayıda, Fevzi Paşa'nın, Mustafa Kemal Paşa'yı Filistin Harekatı sırasında kurşuna dizilmekten nasıl kurtardığı anlatılmakta, bu paragraf özet durumunda olduğu için bazı sorular yaratmaktadır. Konuyu bir dereceye kadar aydınlığa kavuşturmak amacıyle şunları belirtmek istiyorum: Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti'ni her bakımdan kötü koşullar altında yakalamıştı. Kısaca değineyim ki, Arap illeri'ndeki cephelerde görevler almış bulunan Mustafa Kemal Paşa, müttefiklerimizin, kendi Ordu ve Ülkemizin elverişsiz, hattâ acıklı durumunu çeşitli raporlarla ilgili Bakanlıklara ve Başkomutan Vekili Enver Paşa'ya bütün açıklığıyle bildirmişti. O, Osmanlı Devletinin devrini tamamladığını, kesin bir yenilgiye doğru gittiğini anlıyor ve Arapların bile Türk Ordusu'nu arkadan hançerlediklerini görüyordu.

Mustafa Kemal Arıburnu'nda Sergisi

Belleten · 1974, Cilt 38, Sayı 151 · Sayfa: 562
Türk Tarih Kurumu büyük tarihi olayları canlandıran sergilerinden bir yenisini 25 Nisan 1974'de Kurum merkezinde düzenlemiştir. Arıburnu savaşlarının 59. yıldönümüne rastlayan bu sergi Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi profesörlerinden operatör Dr. Demir Uğur tarafından hazırlanmıştır. Atatürk'e beslediği derin sevgi ve bağlılığın etkisi ile Arıburnu savaşlarının stratejik ve taktik yönlerini inceleyerek renkli haritalar, krokiler ve kabartmalarla canlandıran ve çeşitli kaynaklardan çok değerli bilgi toplayan ve hele son erine kadar şehit olan 57. alayın komutan ve subaylarının adlarını Genel Kurmay arşivlerinden saptayan Sayın Prof. Demir Uğur'un bu orijinal ve anlamlı sergisi, büyük ilgi gördü.

Atatürk'ün Sofya Ataşeliğine Kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Olan Münasebetleri ve Bu Hususla Alâkalı Bir Belge

Belleten · 1974, Cilt 38, Sayı 150 · Sayfa: 263-294 · DOI: 10.37879/belleten.1974.150-263
Tam Metin
Mustafa Kemal Atatürk, 11 Ocak 1905 tarihinde, Harb Akademisi'ni kurmay yüzbaşı olarak bitirdikten sonra, 30. Süvari Alayı'nda staj görmek üzere, merkezi Şam'da bulunan 5. Ordu emrine verildi. Fakat kendisi buraya bazı hadiseler üzerine sevk olunduğu için, Mustafa Kemal'e gittiği alayın kumanda makamında pek yer vermek istemezler; türlü müşkülâtlar çıkarırlar. Şam'da, Mustafa Kemal'in başından geçen olaylar, neticede birkaç arkadaşı ile beraber, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'nin kurulmasını sağlar. Ancak Kudüs'te Yafa'da ve Hayfa'da, bu yolda yapılan çalışmalar Mustafa Kemal'i tatmin etmeyince, O, bu cemiyeti, daha hareketli bir yer olan Makedonya'da dahi faaliyete geçirmek arzusu ile Yafa'dan kaçak olarak Selanik'e gider ve 1906 yılı ilkbaharında, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'nin Makedonya'da şubesini açmaya muvaffak olur. Lakin bu esnada, İstanbul tarafından, hakkında takibata geçildiğini öğrenince, Selanik'te fazla kalamaz; süratle 5. Ordu'daki görevine döner ve Akabe meselesinin zuhuru dolayısıyle de, merkezin soruşturmasından kurtulur. Nihayet, 20 Haziran 1907 tarihinde kolağası olan Mustafa Kemal Bey, 13 Ekim 1907 tarihinde de, Selanik'te bulunan 3. Ordu Maiyyet-i Müşiri Kurmay Heyetinde resmen vazife alır.

M. Kemal Atatürk Ankara Hukuk Mektebi'nin Öğretim Kurulu Fahri Başkanı

Belleten · 1974, Cilt 38, Sayı 149 · Sayfa: 117-122 · DOI: 10.37879/belleten.1974.149-117
Tam Metin
Ankara'da 5 Kasım 1925'te açılan ilk yükseköğretim kurumu Leylî Hukuk Mektebidir. Cumhurbaşkanı M. Kemal Atatürk'ün bir konuşması ile T.B.M.M. salonunda açtığı bu kuruluşun önemi, Türk devrim hareketlerinde hukuka verilen üstün değerin ifadesidir. Cumhuriyet devrimizde prensip olarak Türk devrimi, sosyal hayatın kaynağı ve esası olan yeni hukuk anlayışına dayatılmıştır. Atatürk bunu şöyle ifade ediyor: "Cumhuriyet Türkiye'mizde eski hayat kaideleri, eski hukuk yerine yenilerinin konmuş bulunması bugün tereddüt edilmeyecek bir emrivakîdir". Cumhuriyet devrimizde çağdaş uygarlık daima bir amaç olduğu için, her devrim hareketinin, yeni hukuki esaslara ve ihtiyaçlara göre kanunlaşması gerekiyordu. Atatürk bu açış konuşmasında özellikle yeni sosyal değişikliklerin, yeni hukuk esaslarına göre alınması ve bunun öğrenimine önem verilmesi üzerinde durur ve aynen şöyle der: "Umumî hayatımızın yeni hukuk esaslarını nazar ve tatbikî olanlar da tecelli ve tahakkuk edinceye kadar, geçecek zamanı temin eden bizzat milletimiz ve onun inkılâbındaki yorulmaz ve yıpranmaz kuvvet olacaktır".

Mütareke Devrinde Mustafa Kemal Paşa'ya ait İki Belge

Belleten · 1973, Cilt 37, Sayı 148 · Sayfa: 451-456 · DOI: 10.37879/belleten.1973.148-451
Tam Metin
Yayınladığımız bu iki belgenin asılları Cumhurbaşkanlığı Arşivinde bulunmaktadır. İlk bakışta anlaşılacağı gibi bu belgelerin önemi, biri Mütareke günlerinde Mustafa Kemal Paşanın İstanbul'da düşmüş olduğu maddi sıkıntının bir yanını göstermesi ve ötekisi de genç generalin karakteri hakkında bilgi vermesi olmak üzere, başlıca iki noktada belirtilebilir. Bilindiği üzere Birinci Dünya Savaşı sonunda bağlaşıklarımızdan Almanya'nın yenilerek savaştan çekilmesi üzerine, o sıralarda Filistin cephesinde Yıldırım Ordular Gurubu adı ile çarpışan Osmanlı birliklerinin komutanı olan Alman generali Liman von Sanders yurduna dönmek zorunda kalmış ve Yıldırım Ordular Gurubu komutanlığını Mustafa Kemal Paşa üzerine almıştı. Yeni komutan, yerli Arapların da desteği ile daha önce saldırıya geçmiş olan İngiliz ordusunun çok üstün kuvvetleri karşısında geri çekilmeğe zorlanan Osmanlı kuvvetlerini tam bir bozguna uğramak ve imha edilmekten korumayı ve Toroslara kadar geriye getirmeyi başarmıştı. Ancak, tam bu sırada Osmanlı Devleti de, yenilmiş olan bağlaşıkları gibi, İtilâf Devletleri ile Mondros'ta bir ateşkes anlaşması imzaladı (30 Ekim 1918) ve buna göre Yıldırım Ordular Gurubunu lağv etti. Komutanı Mustafa Kemal Paşaya da Başkente dönmekten başka yapacak bir iş kalmadı. Gerçi O ordudan ayrılmıyor ve Harbiye Nezâreti emrinde alıkonuyordu, fakat artık fiili bir görevi yoktu.

Türkiye Cumhuriyetinin İlanı, Atatürk Devrimlerinin Başlangıcı

Belleten · 1973, Cilt 37, Sayı 148 · Sayfa: 475-480 · DOI: 10.37879/belleten.1973.148-475
Tam Metin
Mustafa Kemal Paşa, Sultan'ın iradesiyle mıntıkada dahili asayişi iade etmek için, gerçekte Türkiye'yi yabancı işgalinden kurtarmak amaciyle, şaşılacak derecede geniş yetkiye (vâsi salâhiyete) sahip olarak Samsun'a hareket ettiğinde, bunun ancak tek bir kararla mümkün olacağını anlamıştı : "Hakimiyet-i milliyeye müstenit, bilâ kaydüşart müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek". Bu maksatla Hükümete ve Padişah'a karşı ayaklanması gerekiyordu. Fakat milletin büyük bir kısmı ona hala canla başla bağlı olduğundan, gerçek hislerini saklamak zorunda kaldığını anladı. Bu nedenle Sultana sadakatını tekrarlayarak teyit etti ve Damat Ferit Paşa Kabinesiyle ilişkiler kesildikten sonra da bu durumunu devam ettirdi: "Namı namii Hazreti Padişahiye olarak kavanin-i mevzua dairesinde umur ve muamelat-ı devlet kemakân tedvir ve temşiyete devam olunacaktır". Yalnız en yakın arkadaşlarına, zaferden sonra hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını söylemişti. İstanbul'da da "Cumhuriyet yapacaklar, Cumhuriyet!" diye bağıran Ali Rıza Paşa gibi bazı keskin görüşlü devlet adamları bunu anlamışlardı. Fakat Mustafa Kemal onlara yalnız inkılâpçı değil, aynı zamanda, kademe kademe yürüyerek hedefe vasıl olmağa çalışmak lazım geldiğini bilen büyük bir diplomat olduğunu göstermiştir.

Atatürk'ten Anılar

Belleten · 1973, Cilt 37, Sayı 148 · Sayfa: 457-470 · DOI: 10.37879/belleten.1973.148-457
Tam Metin
Bunu Atatürk Hayatı ve Eseri adlı kitabımın önsözünde kısaca ele almıştım. Sonra karşılaştığım sorular dolayısıyle işin gerektiği gibi anlaşılmadığını gördüğümden daha açık yazmayı doğru buldum. Bir akşam Atatürk, bu adı almaya karar verdiğini söyledi ve düşüncemi sordu. "Mustafa Kemal adıyle parlak zaferler kazandınız, ün saldınız, çürümüş bir imparatorluktan dipdiri bir cumhuriyet çıkardınız, büyük devrimler yaptınız; bu adı bırakmak doğru olmaz." dedim. Atatürk yalnız şu karşılığı verdi: "İbn-i Sina'ya neden kızıyorsun?" Ben işi anlamış ve "Doğru." demiştim. Bunun anlamı şuydu: İbn-i Sina diye anılan Ebu Ali el-Hüseyin İbn-i Abdullah, Buhara yakınlarında Afşana'da doğmuştur. O sırada Mâveraü'n Nehr bir Türk ülkesiydi. Orada doğanların Türklüğü değil, Türk olmadığı sayı ortaya atılırsa bunun kanıtlanması gerekirdi. Ancak, hemen bütün Türk ünlülerinin Arap adları taşıması yüzünden karışıklıklar doğagelmektedir.

Cumhuriyetin 50. Yılında Türk Kadını

Belleten · 1973, Cilt 37, Sayı 148 · Sayfa: 481-484 · DOI: 10.37879/belleten.1973.148-481
Tam Metin
Atatürk'ümüzün Türk kadınına sunmuş olduğu devrim, Cumhuriyetimiz kadar önemlidir. Atamız : "Bir milletin yarısı, felce uğramış gibi bırakılmaz." demişti. "Kadın denilen varlık, bizatihi yüksek bir varlıktır." demişti. Cumhuriyetin ellinci yıldönümünde biz Türk kadınları, yuvamıza ve yurdumuza karşı sorumluluğumuzu nasıl anlıyor ve ne yapıyoruz? Sorumluluğun ne olduğunu, Atatürk'ün günlerce yemeden, içmeden ve uyumadan yazıp, günlerce söylediği Nutkun sonunda belirmiş görüyoruz: "Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen; Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir." Bu sözlerin dünya insanlığına ve Türk gençliğine sunulabilmesi için, Türk milleti yüzyıllar boyunca şehitler vermiş ve bu şehitleri de Türk anaları doğurmuştur.