155 sonuç bulundu
Uygulanan Filtreler
  • Türkler
Yayın Yılı
Yazarlar
Anahtar Kelimeler

Hazine-i Bîrun Kâtibi Ahmet bin Mahmud Efendi'nin Tuttuğu Prut Seferine Ait Defterden Koparılan Sahifelerde Neler Vardı?

Belleten · 1986, Cilt 50, Sayı 198 · Sayfa: 807-824 · DOI: 10.37879/belleten.1986.807
Tam Metin
Prut Savaşı, bilindiği gibi, günümüzden tam 275 yıl önce, 1711 yılında Osmanlı Türkleriyle Ruslar arasında cereyan etmiş ve sonunda Türklerin parlak bir zafer kazanması ile neticelenmiştir. Devrin Padişahı Sultan III. Ahmed'in Sadr-ı Azamı Baltacı Mehmet Paşa'nın kumandası altındaki Türk ordusu, başlarında Çar Koca Petro ile eşi Katerina'nın da bulunduğu Rus ordusunu son derece mâhir bir manevra ile Prut nehrinin bir yanındaki geniş bataklığa sürmüş, çâresiz kalan Ruslar bu durumda Türklerden aman dileyerek, Sadr-ı Azam ve Serasker Baltacı Mehmet Paşa ile ordunun ileri gelenlerini, biribiri ardından gönderdikleri elçilerle bir an önce bir sulh akdedilmesine razı etmek için adetâ yalvar yakar olmuşlardır. Ne çâre ki Koca Petro'nun, nerede ise Türklere esir düşmeyi göze alıp kendisi esir olduktan sonra ne yapacaklarını yakınlarına söylediği sırada, Türk tarafında sulh müzakerelerini idare edenlerin acemilikleri yüzünden, harp meydanında kazanılmış bu parlak zafer, hiç de parlak olmayan bir sulh anlaşmasıyla noktalanmış ve Ruslar feci bir çıkmazdan kurtularak memleketlerine salimen dönmek fırsatını kullanmayı başarmışlardır. Prut Savaşıyla en fazla ilgilenen tarihçilerimizin başında, hiç şüphesiz, değerli hocalarımızdan, rahmetli Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat gelmektedir. Kendisinin bu bahis etrafında pek değerli araştırmaları vardır. Bilhassa "Prut Savaşı ve Barışı" adlı iki ciltlik eseri en geniş çalışmasını teşkil eder. Prof. Akdes Nimet bu çalışmasında esas kaynak olarak "Hazine-i Bîrun kâtibi Ahmet bin Mahmud'un 1123 (1711) Prut Seferine ait defteri"nden faydalandığından sitayişle bahsetmektedir ki, bizim de asıl konumuzu bu defter teşkil ediyor.

Hacı Bektaş-ı Veli

Belleten · 1986, Cilt 50, Sayı 198 · Sayfa: 885-894 · DOI: 10.37879/belleten.1986.885
Tam Metin
Her yıl 16-18 Ağustos tarihlerinde Hacıbektaş ilçesinde anısına bilimsel toplantılar, şenlikler düzenlenen büyük Türk düşünürü Hacı Bektaş-ı Velî'nin adının bu kadar tanınmış olmasına rağmen, hayatı hakkında bildiklerimiz yok denecek kadar azdır. Bunun sebepleri olarak, onun Türk tarihinin kaynakları en kıt ve en karanlık bir döneminde yaşamış ve büyük şehirlerden uzakta, Sulucakarahöyük gibi o zaman yedi haneli bir yere yerleşmesi yüzünden devrin tarihçilerinin gözünden kaçmış olması gösterilebilir.

Cumhuriyet Dönemi Türk Arkeolojisi

Belleten · 1986, Cilt 50, Sayı 198 · Sayfa: 895-914
Tam Metin
Bir ulusun tarihi, hiçbir zaman dünya tarihi içinde yalın olarak algılanamaz. Toplumların uluslaşması; geçmişleri, yani kültür ve uygarlık tarihleri ile bugüne değin olan bütünleşmeleri ile oluşur. Bu görüşler her zaman tartışmaya açıktır. Ancak şunu hemen belirtmemizde yarar vardır: Bugün uzayı değişik amaçlarla kullanma çabasındaki insan, bu olanaklara ulaşmak için, geçmişi en iyi biçimde içine sindirmiş toplumların özlerinden çıkmaktadır.

Altan Topçi II.

Belleten · 1986, Cilt 50, Sayı 196 · Sayfa: 9-72 · DOI: 10.37879/belleten.1986.9
Tam Metin
"Moğolların Gizli Tarihi" adlı eserden sonra en önemli Moğol tarihi olan "Altan Topçi", XIII. yüzyıl Moğol tarihini ve Moğollar hakkında efsanevî şecereden başlayarak Ögedei zamanına kadarki en eski bilgileri içine almaktadır. Altan Topçi, Türkiye'de ilk defa tarafımızdan ele alınmış, Moğolca aslı ve C.R. Bawden tarafından yapılan İngilizce tercümesi karşılaştırılarak Türkçeye tercüme edilmiştir. Eserin 1-21. paragrafları "Belleten"in XXXVIII. cildinin 152. sayısında (Ekim 1974) yayınlanmış; burada, Altan Topçi ve nüshaları hakkında geniş bilgi verilmiştir. Ayrıca, Altan Topçi'nin Moğol yazısıyla yazılmış ilk 8 sayfası ile metnin transkripsiyonu yapılmış ilk 5 paragrafı da örnek olarak gösterilmiştir. Altan Topçi'nin bundan önce yayınlanan 1-21. paragrafları, efsanevî şecereden Çinggis Kağan'ın tahta çıkışına kadar geçen tarihî hadiseleri nakletmektedir. 21. paragrafın son cümlesi şöyledir: "….. Mübarek Çinggis Kağan, Kara Yılan Yılı'ndandı. Kırkbeş yaşına geldiği zaman, Bing Bars Yılı'nda ( = 1206), Onon nehrinin menbaında dokuz tuğlu beyaz bayrağı kaldırdı (ve) Büyük Kağan'ların tahtına oturdu. Kasar bey isyan edip kaçtığı zaman, halkın beyi emir verdi (ve) Sübegetei Bağatur'un takibe çıkmasını istedi." Bu bölümde ele alınan 22-96. paragraflar Moğolların biribirleriyle yaptıkları mücâdeleleri kronolojik olarak nakletmektedir. Bu bölümlerde geçen yer ve şahıs adları ile bâzı kelime ve deyimler Türk tarihi için de birer kaynak niteliğindedir.

Macaristan Milli Müzesindeki Türk Sanat Eserleri

Belleten · 1986, Cilt 50, Sayı 197 · Sayfa: 557-590 · DOI: 10.37879/belleten.1986.557
Tam Metin
Osmanlı egemenliği, Macar halkının yaşantısında XVI. Ve XVII. yüzyılların büyük bir kısmını kapsayan, gayet belirgin bir tarihî dönemi oluşturur. Macar toplumunun tarih öncesi dönemlerine ait olarak yürütülen araştırmalara paralel olarak, Osmanlı fatihlerin tarihi, konuştukları dil, örf ve âdetleri gayet canlı bir bilimsel ilgi uyandırmıştır. Bütün bunlar, Macaristan'da yazılmış Türkçe kaynaklar üzerinde araştırmaların bir buçuk yüzyıl kadar gerilere gittiğini izah etmektedir. Buna karşılık bu dönemin arkeoloji ve sanat zenginlikleri, geçmiş açısından, metodik araştırmalara ve incelemelere konu oluşturmamıştır. Ancak son on yılda bu zenginlikleri toparlama çalışmalarına girişilmiştir. Bu nedenle, Macar Milli Koleksiyonunda, ki ülkenin en zenginidir, Türklere ait süsleme sanatlarının nispeten mütevazi malzemelerle temsil edilebilmiş olmasının nedeni kolayca anlaşılmaktadır. Müzedeki envantere göre belli yörelere ait oldukları belirlenen eşyalar, çoğunlukla onların bulunmalarına ilişkin sarih açıklamalardan yoksundurlar ve sonuç olarak birbirinden ayrı ve ilgisiz buluntulardır. Çoğunlukla eski özel koleksiyoncuların yaptıkları araştırmalardan kaynaklanmaktadırlar, ya da hibe edilmiş ve satın alınmış eşyalardır.

Ahmed-i Rıdvân

Belleten · 1986, Cilt 50, Sayı 196 · Sayfa: 73-126 · DOI: 10.37879/belleten.1986.73
Tam Metin
Klasik edebiyatımız, adını hiç duymadığımız, bazen de bilmem kaçıncı sınıf bir yazar diyerek bir yana bıraktığımız sayısız isimlerle doludur. Yazarı belli olmayan ya da yazarı hakkında etraflı bilgi edinilemeyen eserler de az değildir. Bu durumdaki yazarlar ve eserler üzerinde çalışmalar yapmak edebiyat tarihimize çeşitli yönlerden ışık tutabilir. Anadolu'da yedi yüzyıllık bir dönemi içine alan klasik edebiyatımızın birçok yazarı ve eseri yeterince tanınmamaktadır. Kaynaklarda adları geçtiği halde bugün bilinmeyen yazarlar kimlerdir? Yine bu kaynaklarda adlarını okuduğumuz, ancak kütüphanelerde bulamadığımız eserler hangileridir, bilemiyoruz. Bu yüzden konu üzerinde araştırma yapanların elinde bir "kayıplar listesi" bulunmasının, çalışmaları daha verimli kılacağı son derece açıktır. Öte yandan, bütün çalışmaları klasik edebiyatın önde gelen kişileri üzerinde yoğunlaştırmak yerine, bu edebiyatın yeterince tanınmayan yönleri üzerindeki çalışmalara öncelik vermek, Türk dili, Türk tarihi ve Türk toplum yaşayışıyla ilgili yeni bilgi ve belgeler ortaya çıkaracaktır. Bu inançla, aşağıdaki yazımızda XV-XVI. yüzyıllarda yaşayıp da yeterince tanınmamış bir şairi ve eserlerini tanıtmaya çalışacağız.

Yeni Türk Devletinin Kuruluşu hakkında

Belleten · 1986, Cilt 50, Sayı 197 · Sayfa: 547-556 · DOI: 10.37879/belleten.1986.547
Tam Metin
Bir yazarın belirttiği gibi: "...millî inkılâplar, klasik inkılâplar gibi, geçmişte süreklilik arzeden güçlü faktörlere dayanarak gelişen, tarihî açıdan özel protestolardır. Ancak yansıttıkları gölgelerde tamamen yeni şekilleri görmek mümkündür." 1920 yıllarında Türk asıllı bir gazetecinin yeni Türk Devleti'nin kuruluşunda, kurucusu ile yaptığı görüşme ve intibalarında yeni Devlet yapısının yeni şekillerini görmek mümkün. France-Orient gazetesinin muhabiri Türk asıllı Alaattin Haydar'ın anıları ve yaptığı görüşmeler 105 sayfa kadar tutmakta. Bu gazetecinin bütün görüp duyduklarını aktaracak değiliz. Aktaracaklarımız inkılâp teorisine uygun olarak, teoriyi destekleyen konulardır.

SEYYİD ALİ EKBER HITÂYÎ, Hıtâynâme, yay. İrec Afşar, Asian Cultural Documentation Center for Unesco Tehran, Cultural Bibliographies and Documents Series, 9; Tehran 1357 h.ş., 15 + 266s. [Kitap Tanıtımı]

Belleten · 1986, Cilt 50, Sayı 197 · Sayfa: 603-606
Tam Metin
Bir asırdan fazla bir zamandan beri üzerinde çalışmalar yapılan, islâm müellifleri tarafından Çin hakkında kaleme alınan eserlerin en mühimlerinden biri olarak kabul edilen Ali Ekber Hıtâyî'nin Hıtâynâme'si, Türk tarihini yakından ilgilendiren pek çok metni yayınlanan, Ferheng-i İrân Zemin ile Rahnümâ-yi Kitâb gibi dergileri yıllardır yayınlayan, İran'ın kitap dostu ilim adamlarından İrec Afşar tarafından, Türk ilim adamı Prof. Dr. Adnan Erzi ve Japon M. Honda'ya ithâfen yayınlandı.

İslam ve Osmanlı Hukukunda Gıyapta Yargılama Müessesesi

Belleten · 1986, Cilt 50, Sayı 196 · Sayfa: 169-200 · DOI: 10.37879/belleten.1986.169
Tam Metin
Usul hukukunun en çok tartışmalı olan konularından biri de gıyapta yargılama müessesesidir. Bu konu hukukçuları, kanun koyucuları ve uygulayıcıları tarih boyunca meşgul etmiş ve tarihin değişik devirlerinde, değişik din ve toplumlarda farklı şekilde düzenlenmiştir. Bazıları hukuk usulünde sürat ve sadeliği engelleyen bu müessesenin lüzumsuzluğuna dahi inanmışlardır. Buna rağmen çoğu hukukçular, gıyap halinin gâibin iddia veya savunma hakkını sınırladığını gözönüne alarak bu konuda ihtiyatlı davranılmasını uygun görmüşlerdir. Bü müesseseyi hukuk sistemleri de değişik biçimlerde düzenlemişlerdir. Roma hukuku böyle bir müesseseyi asla kabul etmemektedir. Roma hukukunda, davacı, davalıyı mahkemeye getirmek zorundadır. Bu konuda davacıya zor kullanmak yetkisi de tanınmıştır. Kilise hukukunda ise, gıyap müessesesi yoktur. Gelmeyen tarafın celseye getirilmesini sağlamak için bir takım cezalar tertip olunmuştur. Modern hukuk sistemleri denilebilir ki tüm olarak gıyap müessesesini benimsemişlerdir. Ancak gıyabın sonuçlarını ağır veya hafif şartlara bağlamak hususunda değişik sistemler ortaya çıkmıştır. Örneğin Türk Usul Kanunu'nun sistemi, ortalama bir yol tutmuş bulunmaktadır. Yani kanun koyucumuz, en dikkatli davranan bir tarafın bile tayin olunan bir celsede bulunamayacağı ihtimaline binaen, bu durumun hemen gıyabın hukukî sonuçlarını meydana getirmesine imkân vermemiş ve bunu bazı şartlara bağlamıştır. Bilindiği gibi İslam hukuku ve dolayısıyla Osmanlı hukuku da, orijinal bir hukuk sistemidir. Özellikle Türk Hukuk tarihi açısından, bu hukuk sisteminin, gıyap müessesesini nasıl düzenlediğini incelemek ve araştırmak yararlı ve ilginçtir. Gıyap müessesesi İslam hukukundaki değişik mezhepler açısından farklı şekillerde kabul ve izah edilmiştir. Osmanlı hukuku ise her konuda olduğu gibi bu konuda da, İslam hukukunun Hanefi ekolüne ait görüşleri aynen benimsemiş bulunmaktadır. Tanzimat hareketi gıyap müessesesinde ancak son zamanlara doğru etkisini göstermiştir. Kanunlaştırma hareketlerinin sözkonusu etkilerini ilk olarak 1330/1331 tarihli Nizamname'de ve daha sonra ise 1333/1336 tarihli Usul-i Mahkeme-i Şer'iye Kararnamesinde görmek mümkündür. İşte makalemizin konusunu, tarihi kadar kendisi de orijinal olan "İslam ve Osmanlı hukukunda gıyapta yargılama müessesesi" teşkil edecektir. Biz tarihî gelişmeyi takip ederek, önce gıyap müessesesinin münakaşasını; sonra Osmanlı'nın son zamanlarına doğru kabul görmeye başlayan Şafiî, Malikî ve Hanbelî ekollerinin görüşlerini; bunu müteakiben Hanefi ekolünün görüşünü ve en son olarak da 1330'lardan sonra kabul edilen gıyabi yargılama usulünü incelemeye çalışacağız.

Türk Ocakları

Belleten · 1986, Cilt 50, Sayı 196 · Sayfa: 201-228 · DOI: 10.37879/belleten.1986.201
Tam Metin
Türk Ocağı, II. Meşrutiyet Devri (1908-1923) ndeki Türk milliyetçi kuruluşlarının en büyüğü, en tanınmışı ve en uzun ömürlüsüdür. Tanzimât Devri'ndeki bazı Türk aydınları, "dünyanın çok değişik ve geniş bölgelerine yerleşmiş, değişik isimler altında zaman zaman birçok devletler kurmuş bütün Türklerin tarih ve dilce birliği ve bütünlüğü" görüşünü ortaya atarak, "Türk milletinin sadece Osmanlılardan oluşmadığı, Osmanlı Türkleri'nin onun ancak bir parçası olduğu" gerçeğini yaymaya çalıştılar. Osmanlı İmparatorluğu'nda değişik etnik unsurlar arasındaki anlaşmazlıkları arttıracağı endişesi ile milliyetçilik fikirlerini II. Abdülhamid idaresinin kontrol altında tutmasına rağmen bu görüşlerini açıklamakta devam eden aydınların bazıları, 1908 den sonra siyasî baskının kalkması üzerine, hızla teşkilâtlanmaya başladılar. Böylece Türk milliyetçiliği, fikir plânından uygulama plânına geçmiş oldu. Türk Ocağı, II. Meşrutiyet Devri'nde, kuruluş sırasına göre, Türk Derneği (kasım 1908) ve Türk Yurdu (ağustos 1911) isimli ve aynı görüşleri benimseyip savunan milliyetçi derneklerin üçüncüsüdür. Türk Derneği yerini Türk Yurdu'na, Türk Yurdu da Türk Ocağı'na bırakmıştır. Türk Ocağı, tüzüğünün I. maddesinde belirtildiğine göre, resmen 25 mart 1912 de kurulmuştur.