3775 sonuç bulundu
Uygulanan Filtreler
  • Türk Tarih Kurumu
  • Belleten
Dergiler
Yayınlayan Kurumlar
Yayın Yılı
Yazarlar
Anahtar Kelimeler

JOSEPH SALVATOR GRAZIANI, Arabic Medicine in the Eleventh Century as Represented in the Works of Ibn Jazlah, Hamdard Academy, Hamdard Foundation, Karachi, Pakistan 1980, XVI + 294s., (A IV 5727). [Kitap Tanıtımı]

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 183 · Sayfa: 669-670
Tam Metin
Onbirinci yüzyıl İslam Dünyasında, bilimsel çalışmalarıyla son derece önemli bir yer tutmuş ve daha sonraki yüzyıllarda da etkinliğini sürdürmüş bilim adamlarının yaşadığı bir dönem olmuştur. Örneğin İbn Sina ve Beyruni bu yüzyılda yaşamış bilim adamlarına güzel birer örnek teşkil ederler. Bu yüzyılda yaşamış önemli hekimlerden biri de İbn Jazlah'tır. Yazar onun meşhur eseri Takwim al-Abdan vasıtasıyla devrinin tıp bilgisini sergilemek istemiştir. Eserin başında Sami H. Hamerneh tarafından yazılmış bir önsöz bulunmaktadır. Burada İbn Jazlah'ın yaşadığı onbirinci yüzyıl, onun tıbbi yazıları ve İslam hekimlerinin genellikle eserlerinde rastlanan unsurlar teorisi hakkında kısaca bilgi verilmiştir (ss. i-ix). Yukarıda bahis konusu olan önsöze ilave olarak, eserde bir önsöz, bir giriş ve üç bölüm bulunmaktadır. Eserin girişinde Graziani İbn Jazlah'ın tıbla ilgili eserleri Takwim al-Abdan, Minhac al-Bayan ve muhtemelen ona ait olduğunu söylediği Muhtasar min Mitfredat İbn jazlah'ı n yazma nüshaları hakkında bilgi vermektedir. Ancak bu yazma nüshaları arasında bu eserlerin yurdumuzda bulunan nüshalarından söz edilmediği görülmektedir (ss. 1-9). Kitabın birinci kısmında, onbirinci yüzyıla kadarki tıp çalışmalarıyla ilgili bilgi verilmiştir. İslam tıp çalışmalarının başlangıcında, ilk açılan hastahaneler kısaca ele alınır. Daha sonra, diğer bilim dallarında olduğu gibi, tıp bilim dallarında da onun temelini oluşturan tercüme çalışmalarından bahsedilir. Kitapta tercüme çalışmalarına ilişkin olarak İshak b. Hüneyn'in çalışmalarından bahsedilir. Bu tercüme çalışmalarını izleyen çalışmalar arasında ise Razi, İshak İbn Süleyman al-İsraili, Ahu Cafar Ahmed İbn İbrahim İbn Halid İbn Cazzar, al-Tabarî, İbn Sina ve onun öğretmeni Abu Sahl İsa İbn al-Masihî al-Curcani gibi onbirinci yüzyılda ve sekizinci yüzyıldan onbirinci yüzyıla kadar yaşamış ve İslam tıbbının temellerini oluşturmuş belli başlı hekimlerin çalışmaları, eserleri hakkında bilgi verilir (ss. 9-10).

ROBERT MANTRAN, Histoire de la Turquie, Paris, 1975, Presses Universitaires de France, "Que sais-je?" dizisi, no. 539. [Kitap Tanıtımı]

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 183 · Sayfa: 667-668
Tam Metin
Osmanlı Tarihi ve Türkler üzerine kaleme aldığı birçok yapıtı ve konferanslarıyla tanınan Robert Mantran'ın bu kitabı Üniversite Yayınları arasında 1952'de yayınlandı. İlk baskısından itibaren büyük bir ilgiyle izlenen ve 1975 yılında 4. baskısı yapılan yapıt dizinin en çok satılan kitaplarından biridir. Dizi prensiplerine uygun olarak yazar önsöz koymamış, ancak bir sonuca da yer vermemiştir. İslâmiyet'e girmeden önceki Türkler'in durumunu kısaca gözden geçirdikten sonra Türk Tarihini, alışılagelen prensipler dışında, Selçuklular, Anadolu Beylikleri ve Osmanlılar'ın doğuşu, Osmanlı İmparatorluğu'nun gelişme ve doruğa ulaşma dönemleri, gerileme dönemi, yenilikler devri ve doğu sorunu, devrim ve cumhuriyet dönemleri olmak üzere altı kısımda incelerken, bu dönemlere ait üç de harita vermiştir. Yine dizi atmosferine uyarak, dipnot kullanmadan, kısa ve özlü cümlelerle kaleme alınmasına karşın, yapıtın eleştirici gücü ve geniş kapsamlı bir çalışmanın ürünü olduğu ilk bakışta ortaya çıkmaktadır. Bazı yabancı tarihçilerde gördüğümüz üzere, olayları meslektaşlarından okuduğu, duyduğu gibi veya kendi görüşleri doğrultusunda değerlendirmek yerine, Mantran bunları olduğu gibi ve belgeler ışığında incelemek suretiyle değerlendirmeye çalışmış ve böylece Türk tarihçilerinde zaman zaman gördüğümüz aşırı övme veya yabancı tarihçilerde sık sık rastladığımız aşırı yermeye yer vermemiştir. Bunun yanısıra, yer ve kişi adları ve teknik terimlerin Türkçelerini vererek karışıklık ve yanlış anlaşılmaya da yer vermemiştir.

Remnants of Theophoric Names in Turkic Name Giving

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 291-296 · DOI: 10.37879/belleten.1982.291
Tam Metin
In my study entitled "The Psychology and Categories of Name Giving Among the Turkish Peoples" (Hungaro - Turcica, Budapest 1976, pp. 207-223) I divided Turkic personal names into six major groups, and within these groups further 14 categories of men's names and a couple of women's names were distinguished. A very important semantic category of Turkic names is that of the theophoric names. In my Onomasticon Turcicum in preparation, more than sixty data are collected from different ages and different Turkic peoples for the name Töngri - berdi "God - giyen" (in their corresponding forms), partly they are names of historical persons. The name of "God" could be substituted by different words, thus e. g. Ogan - berdi (A. v. Le Coq, Türkische Namen in Indien: GarbeFestgabe, 1927), in the Islamic cultural sphere Allah - virdi (Abramzon, Rozdenie kirgizskogo rebenka: Sbornik Muzeja Antropologii i Etnografii XII, 1949, p. 107) and Quday - berdi (Abramzon, I . c.). The latter two names served as basis for Russian patronymika such as Allahberdiev (ein Chivaer in 1793: A. f. w. K. v. R. XVIII, p. 352), Quday - Berdiev (Turkmen name in 188o: Grodekov, Vojna IV. Pri1o2enie, p. 39). The name Töngri - berdi itself has a variant Tagribirdi on Arabic soil, e. g. the great historian of the Mamelukes was called Abul Mahasin Ibn Tagribirdi (1411-1469). In the Arabic chronicle of this Ibn Tagribirdi, in the period between 1441 and 1469, sixteen such names are registered, and the same abundance of data is characteristic of another famous Mameluke historian Ibn Iyyâs.

Sur La Politique Étrangère D'Atatürk

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 271-290 · DOI: 10.37879/belleten.1982.271
Tam Metin
"Paix dans le pays, paix dans le monde!" Cette formule bien connue de Mustafa Kemal Atatürk est aujourd'hui engravée â l'entrée du Ministère des Affaires Etrangères à Ankara, comme une règle de conduite pour la diplomatie turque moderne. Mais pour bien saisir les conceptions du grand homme d'Etat pacifiste sur les relations étrangères il faudrait aller aux annees 1920. En effet, dès son débarquement en Anatolie, le 19 mai 1919, avec la détermination de créer un nouvel Etat turc sur l'Empire ottoman en morcellement, Mustafa Kemal posait les bases de sa politique extérieure. Son point de départ était les principes des Droits de l'Homme. Pour lui, chaque nation comme chaque individu a le droit à la vie. Il se révoltait contre les Puissances imperialistes qui voulaient priver le peuple turc du droit à l'existence, parce que l'Empire ottoman était vaincu dans la Grande Guerre mondiale: "Messieurs, nous ne demandons nen de plus à personne, disait-il. On ne doit pas nous priver de ce que chaque peuple civilisé du monde possède naturellement et l'on doit reconnaltre nos droits. En effet, nos droits sont naturels, légitimes, raisonnables et ils nous sont nécessaires. Nous ne renoncerons pas à notre droit." "Nous sommes un peuple qui veut vivre et cela en jouissant de sa dignité et de son honneur. Nous ne pouvons tolérer de nous voir dépouillés de ces attributs".

Karal ve Anayasa

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 239-244 · DOI: 10.37879/belleten.1982.239
Tam Metin
18 Ocak 1982 akşamı, arkasında dev eserler, saygı ve sevgi dolu kalpler bırakarak sonsuzluğa göçen Rahmetli üstadımızın, anısına adanan bu sayı için, benden de bir yazı istenildiği zaman, aklıma hemen, O'nun belki en az bilinen bir yönü geldi. 1960-1961 döneminin Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu Başkanlığı ve bu sıfatla belirttiği görüş ve düşünceleri… Gerçekte, Üstadın uluslararası düzeydeki tarihçiliği, bu süreç içinde Ulu Önder ATATÜRK'ü ve Atatürkçülüğü en iyi anlayan ve anlatan değerli kişiliği, muhakkak ki daha uzun yıllar konumuz olmakta devam edecektir. Ancak, aziz nâşını toprağa verdiğimiz gün, kabri başında Eski Kurucu Meclis Üyesi Suphi KARAMAN'ın da belirttiği gibi, Üstadın bu dönemde, tarihin akışı içinde, o tarihi en iyi bilen bir kişi olarak, olayları değerlendirmedeki ustalığı da elbette ki unutulmayacaktır. Rahmetli KARAL, Kurucu Meclis teşkili hakkındaki 13 Aralık 1960 tarihli ve 157 sayılı kanunun 4'üncü maddesi gereğince, Üniversite Temsilcileri arasında Temsilciler Meclisine üye seçilmiş ve 6 Ocak 1961 tarihinde Meclise katılarak and içmiştir.

Hititlerin Dinsel Törenlerinde Kullanılan Temizlik Maddesi TUḪḪUEŠŠAR Üzerine Bir İnceleme

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 247-260 · DOI: 10.37879/belleten.1982.247
Tam Metin
Hititoloji, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve onu izleyen yıllarda Almanya'da kurulmuş ve oradan birçok gelişmiş ülkeye yayılmış genç bir bilim dalıdır. Atatürk'ün direktifleriyle 1936 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde de kurulmuştur. Aynı yıllarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde de Hititoloji dersleri okutulmaya başlanmıştır. İyi bir Hititolog olmak için birkaç batı dilini bilmek gereklidir. Bunun yanında iyi bir hümanist formasyona (Eski Yunanca, Latince) ve birçok Eski Anadolu ve Eski Mezopotamya kaynak dillerinin bilinmesine gereksinme vardır. Ayrıca araştırma yapılan alanın özelliğine göre iyi bir tarih ve arkeoloji formasyonu da gereklidir. Atatürk, bizim neslimizden bazılarını birer yarışma imtihanı sonucu yurt dışına, dünyanın tanınmış üniversitelerine öğrenime gönderdi. O yıllardaki fakir Türkiye, bizleri büyük fedakârlıklara katlanarak yurt dışında okuttu. Bizler bunun karşılığında kendi bilim dalımızda ülkemizi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için acaba ne gibi katkılarda bulunabildik?

Türkiye'nin Kültür Sorunları

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 261-270 · DOI: 10.37879/belleten.1982.261
Tam Metin
Yaşadığımız dönem içinde Türkiye'nin kültür sorunlarını üç başlık altında toplayabiliriz: 1)Türk kültürünün kökenleri ve etkilendiği uygarlıklar, 2) Türk kültürünü bugün besleyen kaynaklar, 3)Türk kültürünün geleceği. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde büyük aşamalara ulaşan Türk kültürü Orta Asya, Eski Anadolu ve Akdeniz-Ege kökenli olup büyük ölçüde Iran, Arap ve Batı etkileri taşımaktadır. Türk kültürünün özünü bugün için bile Orta Asya'dan yaşayagelen değerler oluşturur. Türklerin dillerinden başka özellikle efsaneleri, töreleri ve âdetleri Orta Asya kökenlidir. Halıcılık, kilimcilik, çinicilik ve minyatürcülük gibi her türlü halk sanatını Türkler Orta Asya'dan birlikte getirmişlerdir.

Karal İçin

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 245-246 · DOI: 10.37879/belleten.1982.245
Tam Metin
Ölüm gerçeği karşısında: "Ey hafıza sen göklerin bir lütfu musun, yoksa cehennemin bir azabı mısın?" demiştir insanoğlu. İşte 40 yıla yakı n bir zaman arkadaşlık ettiğim Atatürkçü dostum Ord. Prof. Enver Ziya Karal yalnız yetenekli bir tarih bilgini değil, aynı zamanda akılcı ve insancı bir tarih bilgesi idi de. Ne gariptir ki yaşantımızdaki yönetim ödevlerimizde (Fakülte, Üniversite, Tarih Kurumu) eski deyimiyle halef-selef olduk. Bu bakımdan birçok hatıralarımı, şu hüzünlü ayrılış gününde kısaca olsa da anlatamayacağım için beni bağışlayacağınızdan eminim. Şu anda O'nun aziz anısı önünde saygıyla eğilirken, sizlere başsağlığı dileklerimle saygılarımı sunuyorum.

Dımaşk Selçuklu Melikliği - Şemsül-Mülûk Dukak Devri (1095-1104)

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 297-318 · DOI: 10.37879/belleten.1982.297
Tam Metin
1077/78 yılında kardeşi Sultan Melikşah tarafından fetihleri tamamlaması için Suriye ve Filistin'e atanan Tacüddevle Tutuş, Arap Mirdas - oğulları ailesinin elinde bulunan Haleb bölgesine egemen olmak amaciyle, büyük çabalar göstermişse de Büyük Selçuklu imparatorluğu vasallarından Musul Ukayl - oğulları beyliği emîri Şerefüddevle Müslim'in kendi aleyhine, Kuzey - Suriye'deki öteki Arap unsurlariyle birlikte harekete geçmesi sonucunda başarı kazanamamıştır. Bu sırada, Orta - Suriye ile Filistin'in yönetimini Büyük Selçuklu imparatorluğu adına elinde tutan emir Atsız, başkent Dımaşk'ta bir Mısır - Fahmi ordusu tarafından kuşatılıp sıkıştırılıyordu. Fatımî baskısına karşı koymada güçlük çeken Atsız, Haleb bölgesinde bulunan Tutuş'u yardıma çağırdı. Tutuş'un bu çağrıya uyarak ivedilikle Dımaşk'a gelmesi üzerine, Fatımi ordusu Mısır'a geri dönmek zorunda kaldı. Dımaşk'a giren Tutuş, kendisine karşı birtakım olumsuz eylemlere girişmesi sonucunda, emir Atsız'ı yayının kirişi ile boğdurmak suretiyle öldürtmüştür. Böylece o, Atsız'ın egemen olduğu Kudüs, Dımaşk, Akkâ, Sur, Trablusşam, Yafa, Ariş, Taberiyye gibi birçok Suriye ve Filistin kent ve yörelerinin yönetimini kolaylıkla elinde toplayarak Suriye ve Filistin Selçuklu Meliki olmuştu. Buna karşın başkenti Musul olmak üzere, Kuzey - Suriye'ye de yayılmakta olan Müslim ile egemenlik çatışması yapmak zorunda kalmıştı. Tutuş, bu çatışmada birçok Arap göçebe kabilelerine hükümran olan Müslim'e karşı tam anlamiyle bir başarı kazanamamış ve dolayısiyle egemenlik alanını Haleb bölgesine değin uzatamamıştır. Tutuş-Müslim siyasal çekişmesinin sürmekte olduğu sıralarda, Anadolu Selçuklu hükümdarı Süleyman-Şah, çağrı üzerine, Bizans egemenliğinde bulunan Antakya'yı feth ederek Haleb kapılarına dayanmıştı. Bu durum, Suriye egemenliği için sürüp giden sözkonusu çatışmayı daha da kritik bir hale sokmuştur.

1939 Türk-İngiliz-Fransız ittifakı

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 367-414 · DOI: 10.37879/belleten.1982.367
Tam Metin
19 Ekim 1939'da Ankara'da Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında imzalanan Yardımlaşma Andlaşması (Traité d'Assistance Mutuelle) Türkiye'nin Batılı Devletlerle yaptığı ilk ittifak bağıtıdır. Andlaşma, İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken, 1939 baharında İtalya ve Almanya'nın (Mihver Devletleri) Akdeniz ve Balkanlarda yarattıkları tehlikeyi gözönünde tutarak, aşağıda ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz üzere, bir yandan Türkiye ile İngiltere ve Fransa'nın savunma gereksinimlerini karşılamak, öte yandan Balkanların güvenliğini, özellikle Yunanistan Romanya'nın korunmasını sağlamak, ancak bu yüzden Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile savaşa sürüklenmesi olasılığını da önlemek gibi girift ve karmaşık sorunları düzenliyordu. Dünya Savaşı 1 Eylül'de başlamış, Ankara Andlaşması da 39 gün sonra yürürlüğe girmişti. 10 Haziran 1940 günü İtalya'nın müttefiki Almanya'nın yanında, İngiltere ve Fransa'ya savaş açmasıyla savaş durumu Akdeniz'e yayılınca, hukuksal bakımdan, Türkiye için "casus foederis" ortaya çıkmış, onun İngiltere ve Fransa yanında savaşa katılması gerekmişti. Nitekim, İngiliz ve Fransız Hükümetleri bunu resmen Türk Hükümetinden istemişti. Ne var ki, o sırada Fransa çökmüş, Mareşal Pétain Hükümeti Almanya ile bir silah bırakışımı sözleşmesi yapmış, böylece İngiltere yalnız kalmıştı. Türkiye ise Müttefiklerinden beklediği silahları henüz alamamıştı. Öte yandan, Almanya ile 1939 Ağustosu ve Eylülünde bağıtladığı Saldırmazlık ve Dostluk Andlaşmaları çerçevesinde yakın ilişkiler sürdüren Sovyetler Birliği'nin de ne yapacağı pek belli değildi. Bu durumda Türkiye'nin hemen savaşa girmesi İngiltere'ye bir şey kazandırmayacağı gibi, Balkanları ve Yakın Doğuyu tehlikelere atabilirdi. İşte bu koşullar içinde Türk Hükümeti, Ankara Andlaşmasına ekli "Sovyet Çekincesi"ni ileri sürerek, 26 Haziran 1940 günü "savaş dışı" müttefik durumunu açıklamıştı.