3787 sonuç bulundu
Uygulanan Filtreler
  • Türk Tarih Kurumu
  • Belleten
Dergiler
Yayınlayan Kurumlar
Yayın Yılı
Yazarlar
Anahtar Kelimeler

Dımaşk Selçuklu Melikliği - Şemsül-Mülûk Dukak Devri (1095-1104)

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 297-318 · DOI: 10.37879/belleten.1982.297
Tam Metin
1077/78 yılında kardeşi Sultan Melikşah tarafından fetihleri tamamlaması için Suriye ve Filistin'e atanan Tacüddevle Tutuş, Arap Mirdas - oğulları ailesinin elinde bulunan Haleb bölgesine egemen olmak amaciyle, büyük çabalar göstermişse de Büyük Selçuklu imparatorluğu vasallarından Musul Ukayl - oğulları beyliği emîri Şerefüddevle Müslim'in kendi aleyhine, Kuzey - Suriye'deki öteki Arap unsurlariyle birlikte harekete geçmesi sonucunda başarı kazanamamıştır. Bu sırada, Orta - Suriye ile Filistin'in yönetimini Büyük Selçuklu imparatorluğu adına elinde tutan emir Atsız, başkent Dımaşk'ta bir Mısır - Fahmi ordusu tarafından kuşatılıp sıkıştırılıyordu. Fatımî baskısına karşı koymada güçlük çeken Atsız, Haleb bölgesinde bulunan Tutuş'u yardıma çağırdı. Tutuş'un bu çağrıya uyarak ivedilikle Dımaşk'a gelmesi üzerine, Fatımi ordusu Mısır'a geri dönmek zorunda kaldı. Dımaşk'a giren Tutuş, kendisine karşı birtakım olumsuz eylemlere girişmesi sonucunda, emir Atsız'ı yayının kirişi ile boğdurmak suretiyle öldürtmüştür. Böylece o, Atsız'ın egemen olduğu Kudüs, Dımaşk, Akkâ, Sur, Trablusşam, Yafa, Ariş, Taberiyye gibi birçok Suriye ve Filistin kent ve yörelerinin yönetimini kolaylıkla elinde toplayarak Suriye ve Filistin Selçuklu Meliki olmuştu. Buna karşın başkenti Musul olmak üzere, Kuzey - Suriye'ye de yayılmakta olan Müslim ile egemenlik çatışması yapmak zorunda kalmıştı. Tutuş, bu çatışmada birçok Arap göçebe kabilelerine hükümran olan Müslim'e karşı tam anlamiyle bir başarı kazanamamış ve dolayısiyle egemenlik alanını Haleb bölgesine değin uzatamamıştır. Tutuş-Müslim siyasal çekişmesinin sürmekte olduğu sıralarda, Anadolu Selçuklu hükümdarı Süleyman-Şah, çağrı üzerine, Bizans egemenliğinde bulunan Antakya'yı feth ederek Haleb kapılarına dayanmıştı. Bu durum, Suriye egemenliği için sürüp giden sözkonusu çatışmayı daha da kritik bir hale sokmuştur.

1939 Türk-İngiliz-Fransız ittifakı

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 367-414 · DOI: 10.37879/belleten.1982.367
Tam Metin
19 Ekim 1939'da Ankara'da Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında imzalanan Yardımlaşma Andlaşması (Traité d'Assistance Mutuelle) Türkiye'nin Batılı Devletlerle yaptığı ilk ittifak bağıtıdır. Andlaşma, İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken, 1939 baharında İtalya ve Almanya'nın (Mihver Devletleri) Akdeniz ve Balkanlarda yarattıkları tehlikeyi gözönünde tutarak, aşağıda ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz üzere, bir yandan Türkiye ile İngiltere ve Fransa'nın savunma gereksinimlerini karşılamak, öte yandan Balkanların güvenliğini, özellikle Yunanistan Romanya'nın korunmasını sağlamak, ancak bu yüzden Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile savaşa sürüklenmesi olasılığını da önlemek gibi girift ve karmaşık sorunları düzenliyordu. Dünya Savaşı 1 Eylül'de başlamış, Ankara Andlaşması da 39 gün sonra yürürlüğe girmişti. 10 Haziran 1940 günü İtalya'nın müttefiki Almanya'nın yanında, İngiltere ve Fransa'ya savaş açmasıyla savaş durumu Akdeniz'e yayılınca, hukuksal bakımdan, Türkiye için "casus foederis" ortaya çıkmış, onun İngiltere ve Fransa yanında savaşa katılması gerekmişti. Nitekim, İngiliz ve Fransız Hükümetleri bunu resmen Türk Hükümetinden istemişti. Ne var ki, o sırada Fransa çökmüş, Mareşal Pétain Hükümeti Almanya ile bir silah bırakışımı sözleşmesi yapmış, böylece İngiltere yalnız kalmıştı. Türkiye ise Müttefiklerinden beklediği silahları henüz alamamıştı. Öte yandan, Almanya ile 1939 Ağustosu ve Eylülünde bağıtladığı Saldırmazlık ve Dostluk Andlaşmaları çerçevesinde yakın ilişkiler sürdüren Sovyetler Birliği'nin de ne yapacağı pek belli değildi. Bu durumda Türkiye'nin hemen savaşa girmesi İngiltere'ye bir şey kazandırmayacağı gibi, Balkanları ve Yakın Doğuyu tehlikelere atabilirdi. İşte bu koşullar içinde Türk Hükümeti, Ankara Andlaşmasına ekli "Sovyet Çekincesi"ni ileri sürerek, 26 Haziran 1940 günü "savaş dışı" müttefik durumunu açıklamıştı.

Mondros Mütarekesi Ertesinde Mustafa Kemal'in Orduya, Siyasete ve İngilizlerin Tutumuna İlişkin Düşünceleri

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 337-346 · DOI: 10.37879/belleten.1982.337
Tam Metin
30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'nin uygulanması konusunda Osmanlı Hükümeti ile anlaşmazlığa düşen Mustafa Kemal'in, Yıldırım Orduları Grubu Karargahının dağıtılması ve kendisinin Harbiye Nezareti emrine verilmesi üzerine, 13 Kasım 1918'de İstanbul'a döndüğü bilinmektedir. O'nun başkente varışından '3' gün sonra, 17 Kasım 1918 günkü Minber gazetesinde Mustafa Kemal Paşa ile Mülakat başlığı altında kendisiyle yapı lan bir görüşmenin yayımlandığım görüyoruz. Şimdiye değin derlenmiş olan Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri arasında yer almayan bu görüşme, Mustafa Kemal'in, Mondros Mütarekesi'nden kısa bir süre sonra düşüncelerini kamuoyuna açıklayışının ilk örneği olarak dikkat çekici olmasının dışında, içeriği yönünden de büyük önem taşımaktadır. Çünkü M. Kemal bu demecinde özellikle ordu - siyaset ilişkileri ile kuvvetli ordu - ulusal güç kavramları üzerinde durmakta ve ayrıca İngilizlerin Osmanlı İmparatorluğu'na karşı izledikleri siyasaya ilişkin kanaatını, daha doğrusu dileğini açıklamaktadır. Öte yandan bu görüşmenin Minber gazetesinde yayımlanması da ayrı bir özellik taşımaktadır. Çünkü sözkonusu gazete, Mustafa Kemal'in isteği üzerine yayın hayatına girdiği gibi Minber adını da o koymuş ve üstelik gazeteye ortak olmuştu.

Yeni Bir Şehnâme

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 319-322 · DOI: 10.37879/belleten.1982.319
Tam Metin
Osmanlı tarih yazıcılığında şehnâmeciliğin ayrı bir yer işgal ettiği bilinmektedir. Ünlü İran şairi Firdevsî-i Tusî'nin ölümsüz eserinden esinlenerek Osmanlı ailesinin tarihini de aynı metodla yazmaya kalkışan Türk şairleri arasında Arifî en ünlüleridir. Aşık Çelebiye göre Yavuz Sultan Selim'in menkıbesini anlatan Farsça Şehnâmesi 60.000, Ahdî'ye göre de 100.000 beyit olarak tasavvur olunmuştur. Ne yazık ki Arifî bu eserini tamamlayamadan ölmüştür. Görebildiğimiz iki nüshadan biri Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kütüphanesinde, diğeri ise Manisa İl Halk Kütüphanesi'nin Muradiye dermesi içinde bulunmaktadır. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devrini yine Şehnâme üslubu ile yazan şairlerimizden biri de Mahremî'dir. (Ölümü. 942/1535) Eserinin başı ve sonu noksan bir nüshası Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kütüphanesinde bulunmaktadır. Onu, Fürugî Derviş Ahmed (ölümü 1022/ 1613), Taliki-zade Mehmed Subhi, Ganî-zade Nadiri (Ölümü 1036 / 1 626), Taşköprî-zade Kemaleddin Mehmed ve nihayet anonim bir eser olan Şehnâme-i Osmanyan izlemektedir. İkinci Bayezid devri Şehnâmecilerinden Firdevsî-i Tavil ve eserleri için bizim yayınladığımız Kutubnâme'ye bak. Ibrahim Olgun-Ismet Parmaksızoğlu. Kutubnâme-Ankara 1979. Bunlardan başka Şühudî ve Kasımî'nin de şehnâmeleri olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.

Hukûmet and Devlet

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 415-422 · DOI: 10.37879/belleten.1982.415
Tam Metin
In an essay written in about 1837, the Ottoman statesman Sadık Rıfat Pasha uses the phrase düvel-i Avrupa hukûmetleri, in a context where these words clearly mean "the governments of the states of Europe". The words devlet and hukûmet were already in common use at that time, but the formulation in this phrase, with the implied distinction between the state (devlet) as an abstract and permanent embodiment of authority, and the government (hukûmet) as the human and impermanent body of persons exercising that authority, is new in Ottoman and therefore in Islamic usage. The normal word for government in modem Turkish and Arabic is hukûmet, hukûma. Used in much the same sense as English "government" or French "gouvernement", it is standard and common throughout the Arabicspeaking lands and in Turkey at the present time-so common indeed that in word-counts which have been made of modern Arabic prose, hukûma ranks among the words of most frequent occurrence, ahead of several quite ordinary prepositions. The word is old, and is attested in Arabic from the earliest of times; its use in the sense of "government" however dates only from the 19th century. In classical Arabic usage it was a verbal noun meaning the act or office of adjudication, of dispensing justice. It could be used in this sense irrespective of whether the person so acting was a sovereign, a judge, or merely an arbitrator. The frequently quoted hadîth that "an hour of justice in hukûma is better than 60 years of worship" refers clearly to the administration of justice and not -as in some modern interpretations- to the conduct of government.

Guma isyanı öncesinde Fransa'nın Trablusgarb Siyaseti

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 323-336 · DOI: 10.37879/belleten.1982.323
Tam Metin
Osmanlı Devleti, Cezayir'in 1830'da Fransa tarafından istilâ edilmesi üzerine, Garb Ocaklarına karşı takip ettiği geleneksel politikayı değiştirmek zorunda kalmış, Tunus ve Trablusgarb Beyliklerini daha sıkı bağlarla merkeze raptetmek maksadı ile harekete geçmiştir. İstanbul, ilk aşama olarak Karamanlı Ailesi arasındaki savaş ve ahalinin anarşiden usanmasından yararlanarak, 1835 yılında gönderdiği bir filo ile duruma hâkim olmuş Trablusgarb'ı merkezden gönderilen valiler aracılığı ile idare edilen bir vilayet şekline sokmuştur. Osmanlı Devleti Karamanlı sülâlesini bertaraf ettikten sonra, devlet otoritesini vilayetin her tarafında geçerli kılmayı gaye edinmiştir. Bunu sağlamak için, Karamanlılann son dönemlerinden beri âdeta bağımsız hale gelmiş olan iki güçlü mahalli şeyhi yola getirmek gerekiyordu. Bunlardan Sirte ile Fizan arasına hâkim bulunan Evlad-ı Süleyman kabilesi Şeyhi Abdülcelil silah zoru ile yola getirilmiş; Cebel bölgesinin dişli hakimi Beni Nüveyr kabilesi reisi Şeyh Guma bin Halife ise Trabzon'da ikamete mecbur edilmek suretiyle, devletin otoritesi Gadames ve Murzuk'un ötesine kadar götürülmüştü.

The Caliphate and Atatürk's Inkilâb

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 353-366 · DOI: 10.37879/belleten.1982.353
Tam Metin
My focus in this paper will be on how Atatürk's inkilâbs or "revolutions" actually constituted one total revolution during which the events occurred in sequence as links of one whole historical process. I believe most of the historians of Atatürk's revolution are often too dependent on his historic speech, Büyük Nutuk, which he delivered after the major inkilâb was already completed in 1927. The Nutuk is one and undoubtedly the most important source for the period. But basically it was delivered before a party convention for explanation and justification of the inkilâb and the tactics used for its victory. It will be seen that historically the separation of the Caliphate from the Sultanate and the abolition of the 'atter set off a sequence of events and movements which led to the major inkilâbs including the abolition of the Caliphate and other secularizing reforms in the period 1922-1927.

Havza'da Mustafa Kemal Paşa

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 182 · Sayfa: 347-352 · DOI: 10.37879/belleten.1982.347
Tam Metin
Küçük Havza kasabası Mustafa Kemal'in orada isyan bayrağını açmış olması gibi bir şerefe sahiptir. Şu var ki, onun 1927 yılı Nutkunda söylemiş olduğu şu sözler de dikkate alınmak lazımdır. "Çarei halâs ararken iki şey mevzuubahs olmıyacaktı. Bir defa İtilâf Devletlerine karşı vaz'ı husumet alınmıyacaktı ve padişah ve halifeye canla başla merbut ve sadık kalmak şartı esasî olacaktı." Demek ki, Mustafa Kemal yalnız bir inkılapçı değil, aynı zamanda mükemmel bir diplomattı. Fikirlerini maharetle saklamasını biliyordu.

Cumhuriyet Devrinde Çiviyazılı Belgelere Berilen Değer ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri Çiviyazılı Belgeler Arşivindeki Çalışmalar

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 181 · Sayfa: 1-16 · DOI: 10.37879/belleten.1982.1
Tam Metin
Ulusumuzu toprağına, bağımsızlığına kavuşturmak, ülkemizi asrın uygarlığına ulaştırmak için çıkmaz sokakta yol, karanlıklarda ışık bulan Atamız, ulusumuzun meçhuller içinde kalmış en eski tarihini, dilini, uygarlığını ortaya çıkarmak için de yollar bulmaya, ışık tutmaya çalışmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun son zamanlarına kadar Türk tarihi yalnız Osmanlı devrine inhisar ettiriliyor, o da ancak Osmanlı tarihinin çok kısıtlı bir bölümünü kapsıyordu. Avrupa tarihlerinde ise Türkler hakkında çok az, o da yanlışlıklarla dolu bilgi veriliyor ve Türkler ancak "barbar" olarak vasıflandırılıyordu. Aziz Atamız, bilhassa Kurtuluş Savaşı sonunda milletimizde uyanan benlik ve birlik duygusunu perçinlemek için onun yaratıcı kabiliyetini, deha ve seciyesini, uygarlığını ortaya çıkarmak ve yabancılar tarafından takılan "barbar Türkler" sıfatının yanlış olduğunu hem dünyaya hem de milletimize göstermek amacındaydı. Böylece yeni yetişen Türk çocuğu kendini, atalarının yüksek uygarlığını, diğer milletler arasındaki yerini tanıyacak, o da bunlara layık olmak çabasıyla memleketini daha uygar hale getirecek ve dünya milletlerine eskisi gibi şerefli hizmetler yapmaya devam edecekti. İşte O, bu sebeple Türk tarihi ve bilhassa tarih öğrenimi ile çok ilgilenmekte ve tarihin objektif olarak araştırılmasını öngörmekteydi. Türk tarihi nasıl araştırılacaktı, hangi belgelere dayanılacaktı? Tarihi devirlerde Türklerin Orta Asya'dan devamlı olarak batıya doğru, bilhassa Anadolu'ya alanlar yaptığı biliniyordu. Neden daha çok eski devirlerde bu akınlar yapılmış olmasındı? Fakat bunu kanıtlamak için yazılı ve sanat eserleri gibi birçok belgelere ihtiyaç vardı.

Galatasaray Lisesi'nin Islahına ilişkin Ali Suavi'nin Girişimlerini Gösteren bir Belge

Belleten · 1982, Cilt 46, Sayı 181 · Sayfa: 121-132 · DOI: 10.37879/belleten.1982.121
Tam Metin
Öğretmen, gazeteci ve yazar Ali Suavi 1.1.1877'de Galatasaray Lisesi müdürlüğüne getirilmiş, 20.10.1877'de bu görevden alınmıştır. O, Mabeyn-i Hümâyûn Başkitâbetine (Padişahın Sekreterliğine) gönderdiği bir yazıda, kendisine bu görev verildiği zaman Galatasaray Lisesinin durumunu ve bizzat kendisinin gerçekleştirdiği ıslahatı açıklamıştır. Başbakanlık Devlet Arşivinde gördüğümüz bu belge, önemli eğitim-öğretim kurumlarımızdan Galatasaray Lisesinin geçmişi ile ilgili olduğu için Türk Eğitim Tarihinin de önemli bir belgesidir. Ayrıca bu belge, Ali Suavi'nin eğitimcilik, okul yöneticiliği yönlerini de çok güzel ortaya koymaktadır. Belge Yıldız evrakı arasında bulunmaktadır ve iki sayfadan ibarettir. İmza yeri koparılmıştır. Ali Suavi'nin, Abdülhamit'i devirmek için Saraya baskın düzenlediği ve bu olayda öldürüldüğü hatırlanınca, onun adının bile yokedilmiş olması anlaşılır. Sonradan belgeye kurşun kalemle, "Ali Suavi imzalı olduğu" şeklinde bir kayıt düşürülmüştür. Böyle bir yazı olmasa bile belgenin ona ait olduğu, tarih ve üslup bakımından bir kuşkuya yer vermemektedir. Fakat belgenin aslında iki sayfadan fazla olduğu ve baştarafının bulunmadığı düşünülebilir. Belgenin başlayış biçimi böyle bir ihtimali akla getiriyor. Dil bakımından ise belge, dönemine göre oldukça sade biçimde kaleme alınmıştır.