3 sonuç bulundu
Uygulanan Filtreler
  • Caliph
Yayın Yılı
Anahtar Kelimeler

Abbâsî Sarayının Kadın Görevlileri: Kahramâneler

Belleten · 2025, Cilt 89, Sayı 314 · Sayfa: 155-199 · DOI: 10.37879/belleten.2025.155
Tam Metin
İslam tarihinde ilk defa vezirlik kurumunu ihdas eden ve mevcut divanlara yenisini ekleyip var olanlarını ise daha da geliştiren Abbâsîler, selefleri Emevîlere kıyasla devleti daha merkezî ve bürokratik bir yapıya kavuşturmuşlardır. İdari yapıdaki bu değişiklikler aynı zamanda saray teşkilatının ve bu teşkilatın bir parçası olan haremin daha da kurumsal hale gelmesini sağlamıştır. Hilafet merkezinin Sâmerrâ’dan tekrar Bağdat’a taşınmasından (279/892) sonraki süreçte, özellikle de Muktedir’in (295-320/908-932) halifeliği döneminde harem mensuplarının sayısında ciddi bir artış yaşanmıştır. Harîmü dâri’l-hilâfe adıyla anılan sarayın harem kısmında halifenin annesi, hanımları, çocukları ve yine halifenin dul veya boşanmış kız kardeşleri ve halalarından oluşan hanedan mensupları yaşamaktaydı. Yine bu yapı içerisinde onların hizmetinde bulunmak üzere söz konusu dönemde sayıları binlerle ifade edilen temizlikçiler, erkek ve kadın hizmetkârlar, hâcibler, muhafız birlikleri, köleler ve bekçiler istihdam edilmiştir. Elinizdeki çalışma tam da bu noktada öne çıkan sorumluluğu harem mensuplarının ihtiyaçlarının giderilmesi ve haremin gelir-gideriyle ilgilenmek olan, ancak siyasi ve idari açıdan son derece etkin bir konuma sahip olan kadın görevliler, yani kahramâneler üzerine odaklanmaktadır. Sarayda ilk defa resmî olarak bir kahramânenin görevlendirildiği Muktedir’in halifeliğinin erken döneminden bu uygulamanın yürürlükten kaldırıldığı 493 (1099) yılına kadar Abbâsî sarayında görev yapmış kahramâneleri inceleyen çalışmada bir taraftan kronolojik bir sıra takip edilirken diğer taraftan kahramânelerin öne çıkan özellikleri başlıklara yansıtılarak tematik bir bakış açısı sunulmaya çalışılmıştır.

1467’de Muhammed Adlı Bir Müellifin Yazdığı Manzum Sîret’te Müellifin Kim Olduğu Meselesi

Türk Dili Araştırmaları Yıllığı - Belleten · 2021, Sayı 72 · Sayfa: 133-158
"Sîret" ya da daha yaygın adıyla "siyer", Hz. Peygamber'in hayatını konu alan eserlerin genel adıdır. İlk örnekleri Arap edebiyatında olan "sîret" / "siyer", Türk edebiyatında XIV. yüzyıldan itibaren yazılmaya başlamıştır. Türk edebiyatında bilinen ilk örnek, XIV. yüzyılın ikinci yarısında Darîr tarafından manzum-mensur olarak kaleme alınan Sîretü'n-Nebî'dir. Bugün bilinen ve tamamı manzum olan ilk örnek ise çalışmaya konu olan ve XV. yüzyılda Muhammed adlı bir müellifin yazdığı Sîret'tir. Eserde çok sayıda arkaik sözün bulunması onu Türk dili açısından önemli kılmaktadır. Sîret'in yazıldığı 872 (1467) yılından itibaren pek çok istinsahı ve taş baskısı yapılmıştır. Ancak bazı nüshaların eserin belli bölümlerini kapsaması, bazılarında da eksikler, kopuklar ve eklemeler olması hacimlerinde ve beyit sayılarında derin farklar oluşturmuştur. Ayrıca eserin taş baskılarında baştaki müellifin adının yeri değiştirilmiş, son kısımdan da çıkarılarak yerine birinci cildin sonuna taş baskıları yapanın adı eklenmiştir. Nüshalardaki bu eksikler, kopuklar ve müdahaleler, başta kütüphane kayıtları olmak üzere kimi çalışmalarda müellifin tespiti konusunda bazı yanlış değerlendirmelere yol açmıştır. Nüshaların tanıtımını, bu yanlış tespitleri ve sebeplerini önceki çalışmalarımızda ele almıştık. Kimi çalışmalarda da Sîret'te "Hz. Peygamber'in Vefatı" bölümünde geçen "veli"nin, müellifin mahlası olduğu üzerinde durulmuş, daha sonra bundan vazgeçilerek Muhammed isminin hem müellifin adı hem de mahlası olduğuna işaret edilmiştir. Başka bir çalışmada da Abdurrahman'ın müellifin adı olduğu söylenmiştir. Eserin tam metin olarak günümüz harfleri ile üç yayını tespit edilmiştir. Çalışmada bu konular üzerinde durulacaktır.

Hulefâ ve Ulemâ Arasında Bir Rekabet ya da İş Birliği Alanı Olarak Savaş İdaresi (2-3/8-9. Yüzyıllar)

Belleten · 2021, Cilt 85, Sayı 304 · Sayfa: 819-848 · DOI: 10.37879/belleten.2021.819
Tam Metin
İslam tarihinin ilk yüzyılları üzerine yapılan bazı çalışmalarda, savaşın (cihâd) ilan ve idare yetkisi üzerine halife ve din âlimleri arasında rekabet yaşandığı, zühtçülükleri nedeniyle sınırlara cihat yapmak üzere giden din âlimleri ve onların emrindeki gönüllü din savaşçılarının devletle hiçbir münasebetlerinin olmadığı ve bu gerilimin savaş liderliği ve hatta dini otoritenin halifeden hadis ilmiyle de ilgilenen bu zâhit-savaşçılara geçmesiyle sonuçlandığı iddia edilmektedir. Bu çalışmada, tarihsel verilerin böyle bir varsayımda bulunmak için yeterli olmadığı savunulmakta, iki taraf arasında savaşın ilan ve idaresi konusunda bir anlaşmazlık yaşanmadığı, aksine din âlimlerinin cihat doktrininde siyasi konjonktürü, yani aslında devletin ihtiyaçlarını dikkate alarak belirli revizyonlar yaptıkları ileri sürülmektedir.