128 sonuç bulundu
Uygulanan Filtreler
  • ottoman
Yayın Yılı
Yazarlar
Anahtar Kelimeler

Şehre Sığmayan Topraklar: İstanbul Bostanları

Erdem · 2024, Sayı 87 · Sayfa: 1-36 · DOI: 10.32704/erdem.2024.87.001
Tam Metin
İstanbul’un fethiyle birlikte, ülkenin çeşitli yerlerinden buraya getirilen halkla bir imar ve iskân politikası izlenir. Şehrin çoğalan nüfusuna bağlı olarak, artan gıda ihtiyacının bir bölümünü (günlük sebze ve meyveler) karşılamasının yanı sıra şehrin tarihi ve kültürel peyzajını tamamlayan alanlar olan bostanlar önemini son yıllara kadar korumuştur. Bostanlar yalnızca sur içi ve kara surlarının etrafında değil aynı zamanda Boğaz’ın her iki yakasında ve diğer mahallelerdeki dere ve ırmak havzalarında yer almaktaydı. İstanbul’u gezen seyyahlar tarafından “Yeşil İstanbul” diye anılan şehir, yeşillikler içindeki mimari yapılarının yanı sıra bağ, bahçe ve bostanlarıyla da öne çıkmaktaydı. Bu özelliğini 20. yüzyılın başlarına kadar muhafaza eden şehirde, endüstrileşme ile birlikte göç hareketliliğine bağlı olarak artan konut ihtiyacını gidermek için ilk göz dikilen yerler bostanlar olmuştur. Bir zamanlar İstanbul’la özdeşleşen bostanlar hem bir istihdam alanı olması hem de üretime doğrudan katkı sağlaması nedeniyle şehrin 19. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen haritalarında önemli bir yer bulurken, planlı şehircilik faaliyetlerinin başladığı 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren neredeyse yok sayılır olmuştur. İstanbul’un planlanma çalışmaları kapsamında hazırlanan koruma amaçlı uygulama imar planlarında, önceleri tanımsız bırakılarak göz ardı edilen bostanlar, sonraki çalışmalarda da artan nüfus yoğunluğunun yeşil alan ihtiyacını giderecek yerler olarak görülmüş, çevre ve peyzaj düzenleme projeleri ile park ve kültürel park fonksiyonu verilerek asli fonksiyonundan uzaklaşmıştır. Her dönem su sorunu yaşayan İstanbul’da bostanların sulanmasında da zorluklar yaşanır. Özellikle sur içinde ve sur dışında yer alan bostanların yakınında bir akar sunun olmaması, yeraltı sularının da yetersiz kalması nedeniyle bostan sahipleri bostanlarını lağım suları ile sulamaları sonucu artan bulaşıcı hastalıklar sorunu dönemin basınında oldukça geniş yer aldı. Belediye tarafından sıkı bir denetime tabi tutulan bostanlarla ilgili getirilen yasaklar ile şebeke suyunun kullanılması mecburiyeti de çözüm olmayınca bostanların şehrin dışına çıkarılması kararlaştırılır. Önceleri plansızlık yüzünden düzensiz yapılaşmaya maruz kalan bostanlar, hazırlanan koruma amaçlı uygulama imar planlarında da hak ettiği yeri bulamaması bir yana bu planların da her dönem tadilata uğramasıyla bitip tükenmek bilmeyen yapılaşmaya teslim olmuştur. Bu makalede; İstanbul’un kültürel ve tarihi geçmişinde önemli bir yeri olan bostanların şehre katkısı, arşiv kayıtları, tarihi harita, plan, kroki, yazılı ve görsel belgeler eşliğinde ele alınarak, tarihsel gelişim süreci içinde İstanbul’un planlama çalışmaları kapsamında geçirdiği evrim incelenmeye gayret edilmiştir.

1732 ve 1777 Yıllarına Ait Tımar ve Zeamet Kanunları

Belgeler · 2024, Cilt XL, Sayı 44 · Sayfa: 1-32 · DOI: 10.37879/belgeler.2024.231
Tam Metin
Osmanlı Devleti’nin ziraî, iktisadî, askerî ve idarî yapısına etki eden tımar sisteminin kuruluşu, devletin kuruluş yıllarına kadar geriye gitse de sistemin mükemmel işleyişi ancak 16. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir. Devlet, sahip olduğu toprakların büyük kısmında uyguladığı bu sistem ile vergilerini toplamış, askerî birlikler oluşturmuş, bu birliklerle fetihler yapmış ve sınırlarını genişletmiştir. Ne var ki bu sistem ateşli silahların savaşlarda kullanılmaya başlaması, savaşların uzun sürmesi, paranın değer kaybetmesi gibi birçok nedenle bozulmaya başlamıştır. Bu bozulmanın nedenlerine ve sistemin nasıl düzeltilebileceğine dair 17. yüzyılda bazı kitap ve risaleler yazılmıştır. Devlet, tımar arazilerinin gelirlerinden hakkıyla istifade edemediğini görünce dirlikleri hazineye dahil edip mukataa olarak iltizama vermeye ve gelirlerini toplamaya başlamıştır. 18. yüzyıla ait tımar yoklama kayıtlarının ve tımar sistemine dair birtakım kanun ve nizamnamelerin yayınlanmış olması, tımar sisteminin Anadolu’da ve Rumeli’de tam olarak ortadan kalkmadığını göstermektedir. Sistemde görülen bozuklukları düzeltmeye yönelik 1791 ve 1792 yıllarında çıkarılan iki kanun mevcut olup bunlar tam metin olarak yayınlanmıştır. Ele aldığımız bu çalışmada ise 1732 ve 1777 yıllarında tımar ve zeamete dair yayınlanan kanunların muhtevalarına değinilmiş ve bu kanunların tam metinleri verilmiştir. Bunun yanında 1732, 1777, 1791 ve 1792 yıllarında tımar sistemi ile ilgili çıkarılan kanunların birbirine benzeyen ve birbirinden ayrılan yönleri üzerinde durulmuştur. Çıkarılan dört kanunnamede bazı farklılıklar bulunsa da bunların büyük oranda birbirine benzediği görülmüştür. Alaybeylerinin ehil, doğru, dirayetli, askerin işlerini bilen ve yürütebilecek kişiler arasından seçilmesi kanunlarda üzerinde durulan hususlar arasındadır. Bunun yanında alaybeylerinden, hak eden kişiler için eski kanunlara riayet ederek arzlar yapması beklenmektedir. Tımarlı sipahilerden ise sefer zamanında alaybeyi bayrağı altında, barış zamanında ise tımarlarında bulunmaları isteniyordu.

1776 Yılında Osmanlı Devleti’nin Ticaret Kalyonu İnşası Emri: Fermanlı Kalyonlar

Belleten · 2024, Cilt 88, Sayı 313 · Sayfa: 899-934 · DOI: 10.37879/belleten.2024.899
Tam Metin
Bu çalışmanın konusu 1776 tarihli bir fermanla inşa edilmeleri istenen ticaret kalyonlarıdır. Fermanda devlet ricali, âyan ve zenginler arasından belirlenen 10 kişi kendi paralarıyla birer ticaret kalyonu inşa etmekle görevlendirilmişti. Ticaret kalyonu inşasıyla görevlendirilen kişiler, yapımını tamamladıktan sonra donanım ve personelini de hazırlayacakları bu kalyonları Mısır-İstanbul arasında ticarette kullanacaklardı. Böyle bir fermanın çıkarılmasındaki amaçlardan biri Küçük Kaynarca Anlaşması’ndan sonra Karadeniz’in uluslararası ticarete açılmasıyla birlikte Osmanlı Devleti için önemi daha da artan Mısır emtiasını nakledecek ticaret gemilerinin sayısının arttırılmasıydı. Devletin inşasını emrettiği ticaret kalyonlarının kullanımına dair bir başka beklentisi ise bunların savaş dönemlerinde donanmaya katılmalarıydı. Bu sayede sadece ticaret gemilerinin sayısında bir artış sağlanmış olmayacak özellikle Çeşme Baskını’yla uğranılan gemi kaybının telafi edilmeye çalışıldığı bir dönemde donanmayı takviye edecek nitelikte gemilere de sahip olunacaktı. Bu makalede söz konusu emrin uygulama süreci arşiv belgeleri kullanılarak incelenmektedir. Çalışmada kimlerin ticaret kalyonu inşasıyla görevlendirildikleri, bu kişilerin emir karşısındaki tutumları, bu sürecin sonunda inşa edilecek kalyonların sayı ve kullanım amaçları açısından istenilen hedefe ulaşılıp ulaşılamadığı açıklanmaktadır. Makalede ticaret kalyonu inşası emrinin Karadeniz’in kapalılık statüsünün sona erdiği bir dönemde Osmanlı Devleti’nin ticari ve askerî gemiciliği açısından taşıdığı önem irdelenmektedir. Söz konusu emir, 19. yüzyılın başlarında şekillenen “Miri Ticaret Filosu” oluşturma çalışmalarına uzanan sürecin bir parçası olarak değerlendirilmektedir.

Türk Tarihi Üzerine Fransız Arşiv Kaynakları

Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi · 2024 (Özel Sayı) · Sayfa: 149-176 · DOI: 10.33419/aamd.1534389
Tam Metin
Fransa, 16. yüzyılda gücünün zirvesine ulaşan ve Balkanlar üzerinden Orta Avrupa’ya ilerleyen Türk imparatorluğu ile siyasi ilişkiler geliştirmek istemiş, böylece Sultan Süleyman ve Fransa Kralı I. François arasında Türk-Fransız dostluğunun temelleri atılmıştı. 18. asra gelindiğinde özellikle 1789 Fransız İhtilali sonrası değişen dünya şartları ve Akdeniz’deki Fransız, İngiliz, Osmanlı ve Rus rekabeti bağlamında Türk-Fransız ilişkileri ters bir istikamete girdi. Fransa ve İngiltere Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’nın müttefiki olan Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşma planları yapmışlardır. 1921 Ankara ve 1923 Lozan anlaşmaları sonrasında, Atatürk dönemindeki Türk-Fransız ilişkilerindeki temel mevzular arasında Türkiye-Suriye sınırı, Hatay, Boğazlar’ın statüsü ve 400 yıl boyunca devam edegelen kapitülasyon imtiyazlarının aşamalı olarak sona erdirilmesinden kaynaklı çekişmeler yer alır. Türk-Fransız ilişkileri, kültürel, ekonomik, askeri ve siyasi zeminde yüzbinlerce sayfa arşiv belgesinin oluşmasına neden oldu. Fransa’daki arşivler geniş bir sınıflandırmaya ve zengin bir içeriğe sahiptirler. Fransa’da bulunan diplomatik arşivler, millî arşivler, Savunma Bakanlığı’na bağlı askeri arşivler ve Millî Kütüphane Türkiye tarihi ve Türk- Fransız ilişkileri üzerine yapılacak araştırmalarda son derece önemli birincil kaynaklara sahiptir. Ayrıca, Gallica BnF dijital arşivleri araştırmacılar için uzaktan erişimde büyük imkânlar sunmaktadır. Yine, Fransa’da yer alan Osmanlı topraklarındaki Fransız Katolik misyonerlik örgütlerine ait koleksiyonlar da önemlidir. Çalışmada bu arşivlerin içerik ve önemlerine değinilmiştir.

OSMANLI HALICILIĞININ I. DÜNYA SAVAŞI YILLARINDAKİ DURUMUNA DAİR RAPOR

Arış · 2024, Sayı 24 · Sayfa: 66-85 · DOI: 10.32704/akmbaris.2024.192.
Tam Metin
Bu çalışma, İzmir Mıntıkası İktisat Müdüriyeti tarafından hazırlanan bir rapor çerçevesinde Osmanlı halıcılığının I. Dünya Savaşı yıllarındaki durumunu ele almaktadır. Halıcılığa dair on altı sayfalık bu rapor 14 Nisan 1917 tarihli olup vilayet makamına ve Ticaret ve Ziraat Nezaretine sunulmak üzere hazırlanmıştır. Raporda Osmanlı halıcılığının mevcut durumu, Osmanlı’daki büyük halıcılık merkezleri, Osmanlı halılarının kalite bakımından sınıflandırılması, Osmanlı halılarının İran halıları karşısındaki vaziyeti, Osmanlı halılarında kullanılan boyalar, halıların ticari değeri, halıların imal şekli, halı imalindeki ücretler ve halıcılığın memleket için faydaları üzerinde durulmuştur. Raporda ayrıca Şark Halı Kumpanyası’nın kuruluşu, çeşitli şehirlerde örgütlenmesi ve çalışma şekli, Osmanlı siyasi ve iktisadi hayatına verdiği zararlar ve halıcılığa kazandırdıkları ele alınmıştır. Rapor bir sonuç ile bitmekte ve burada halıcılığın geliştirilmesi için nezaretçe yapılması gereken hususlar maddeler halinde zikredilmektedir. Şark Halı Kumpanyası’nın tekel şeklindeki faaliyetinin Osmanlı halıcılığına verdiği zararın önlenmesi için milli bir şirketin kurulmasının neden gerekli olduğu, Osmanlı halılarının dünya piyasasında hangi mekanlarda tercih edildiği, Anadolu’da halı üretim modelleri, Şark Halı Kumpanyası’nın Osmanlı halılarını nasıl yurt dışına ihraç ettiği hususu raporda zikredilen hususlardandır. Belirtilen bu hususlara dair müdüriyetin düşünceleri raporda farklı başlıklar altında ele alınmıştır. Çalışmada kullanılan başlıklar rapordakilere uyumlu olarak verilmiş, bu başlıklarda anlamı bozmayacak şekilde değişiklikler yapılmış ve konuya dair zikredilen bilgiler sadeleştirilerek sunulmuştur. Çalışmada ayrıca raporda verilen bilgilerin doğruluk değeri mevcut literatür çerçevesinde değerlendirmiştir.

At, Araba ve Kaza: Osmanlı Cephesinden İstanbul’un Trafik Çilesi (1860-1890)

Belleten · 2024, Cilt 88, Sayı 311 · Sayfa: 231-266 · DOI: 10.37879/belleten.2024.231
Tam Metin
stanbul’un trafik problemine maruz kalanlar belki kentin yüz, yüz elli yıl evvelki sürücü ve yayalarını daha şanslı olarak görebilirler. Motor sesinin henüz başkentin sakinlerinin kulaklarını tırmalamadığı; yayalar dışında ulaşım ve nakil hizmetlerinde temel unsurların hayvanlarla onların çektiği arabalar olduğu yıllarda trafiğin insanlarda bir gerginlik ve panik hâli oluşturmadığı düşünülebilir. Oysa devrin gazetelerinde yayımlanan haberler İstanbul’un trafik probleminin 1850’li yıllardan günümüze ulaşan kötü bir miras olduğuna tanıklık etmeye hazırdırlar. Başkentin araç trafiğine elverişli olmayan yol ağı ve imar planı, göç ve ticari canlanma gibi faktörlere bağlı olarak nüfusta ve hâliyle vasıta sayısındaki artış özümsenmesi gibi seyri de zor olan o mirası şekillendiren temel unsurlar olmuştur. Bugünden pek farklı olmayarak, bazı sürücülerin trafikle alakalı belirlenen kuralları yok sayan davranış biçimleri de denklemdeki yerlerini alınca devrin gazetelerinde hemen her gün bir kaza haberine rast gelmek sıradan bir gelişme oluvermiştir. Bu çalışmada, Osmanlı başkentinde öznesi hayvanlar ve onların çektiği arabalar olan trafikte yaşanan kazaların meydana gelme sebepleri ve yol açtıkları zararlar, otoritece kamu düzenini koruma adına kazaları önlemek için çıkarılan yasalar ve alınan diğer tedbirler ile bunları takip ve uygulamakla görevli memurlar ve elbette trafik kurallarını ihlal eden sürücülere uygulanan yaptırım gibi bugüne kadar hiç araştırılmamış olan konular devrin gazetelerine yansıyan örnek olaylar üzerinden aktarılmıştır.

Osmanlı Devleti’nde Mahkûmların İmar ve İnşa Faaliyetlerinde İstihdamı (1840-1920)

Belleten · 2023, Cilt 87, Sayı 310 · Sayfa: 919-958 · DOI: 10.37879/belleten.2023.919
Tam Metin
Osmanlı Devleti’nde yenileşme süreci çeşitli alanlarda değişim ve dönüşüme sahne olmuş ve bu alanlardan birisini de sosyoekonomik hayat oluşturmuştur. Osmanlı sosyoekonomik hayatında yaşanan değişim ve dönüşüm süreciyle birlikte modern fiziki mekânlara ihtiyaç artmış ve bu durum, devletin alt ve üst yapı yatırımlarına daha fazla önem vermesini sağlamıştır. Tanzimat ve sonrasında ülkenin imar ve inşası bu gelişmelerle önem kazanmış olsa da ihtiyaca cevap verebilecek düzeyde iş gücü temininde zorluklar yaşanmıştır. Bunun sonucunda ihtiyaç duyuldukça geçmişten beri başvurulan alternatif iş gücü kaynakları önemli hâle gelmiş ve mahkûmlar da bu kaynaklar içerisinde yer almıştır. Osmanlı Devleti’nde mahkûm emeğine ilk olarak, XVI. yüzyılın ortalarında donanmada kürekçi adı altında başvurulmuş, ancak zamanla gemi teknolojisinin değişimi mahkûm emeği ihtiyacını azalttığı için mahkûmların iş gücü piyasasındaki rolü giderek düşmüştür. Osmanlı iş gücü piyasasında mahkûmların tekrar önem kazanması Tanzimat Dönemi’yle gerçekleşmiş ve bunun arka planında da özellikle hukuki ve iktisadi faktörler belirleyici olmuştur. Bu kapsamda dönem içerisinde yeni ceza kanunlarında kürek ve pranga cezasının ayrıntılı şekilde yer bulması, kürek ve pranga cezasına hükmedilenlerin sayısını arttırmıştır. Diğer taraftan bu dönemde devletin içinde bulunduğu olumsuz mali koşullar ve acil iş gücü ihtiyacı ise kürek ve pranga mahkûmlarının niteliksiz iş gücü ihtiyacının en fazla hissedildiği alanlardan birisi olan imar ve inşa faaliyetlerinde istihdam edilmesini olanaklı hâle getirmiştir. İhtiyaç hasıl oldukça başvurulan bu uygulama, daha sonra II. Meşrutiyet Dönemi’nde “serseri” olarak ifade edilen mahkûmları da içine alacak şekilde genişlemiştir. Nihayetinde bu tür gelişmeler ise imar ve inşa faaliyetlerinde mahkûm emeğinin daha da yaygınlaşmasını sağlamıştır.

İstanbul ve Çevresinde Veba-yı Bakari (1886-1891)

Belleten · 2023, Cilt 87, Sayı 310 · Sayfa: 1021-1057 · DOI: 10.37879/belleten.2023.1021
Tam Metin
Sığır vebası, en eski hayvan hastalıklarındandır. En çok, hassas türler olan sığır ve mandalara etki ettiği bilinir. Bulaşıcılığı ve ölüm oranı çok yüksek olan hastalık Anadolu coğrafyasında çağlar boyunca çok sayıda kırıma neden olduktan sonra ancak Cumhuriyet devrinde etkeni ile birlikte ortadan kaldırılabilmiştir. Anadolu tarihinin en uzun ve önemli kesitlerinden birisini temsil eden Osmanlılar devri boyunca ise hayvan varlığıyla sağlığını tehdit eden hastalıkların başında yer almıştır. Buna karşılık akademik literatürde diğer hayvan hastalıklarıyla birlikte insan hastalıklarının gölgesindedir. Hâlbuki hane ekonomisinin çift hayvanlarına dayandığı tarım odaklı ekonomilerde başta sığır vebası olmak üzere salgın hayvan hastalıkları, yalnız hayvan varlığı ve gönenciyle değil, sosyoekonomik hayatın bütünüyle ilgili deneyimlerdir. İnsan refahı ile şehirlerin huzur ve güvenliği bu travmatik deneyimden bağımsız düşünülemez. Ele alınan çalışma hayvan mobilitesinin görece arttığı bir dönemde, Osmanlı sosyoekonomik hayatının istikrarı bakımından belirgin bir tehdit oluşturan ve Osmanlı İmparatorluğunun kalbi niteliğindeki başkentinde meydana gelen büyük bir sığır vebası salgınına odaklanmaktadır. 1886-1890, 1891 yıllarında en büyük tahribatını gerçekleştiren söz konusu salgın çalışmada yayılım coğrafyası, kronolojisi ve mücadele uygulamaları bağlamında değerlendirilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede kaynak, intikal, korunma/önleme gibi başlıklar çalışmanın odak noktalarını oluşturmuşlardır. Çalışmanın ana kaynağı ise birinci el kaynak niteliğindeki Osmanlı arşiv vesikalarıdır. Makale, dönemi ve hastalığın tarihçesini konu edinen doğrudan ve dolaylı diğer literatürle de desteklenmiştir.

Karacahisar Kalesi’nde Bulunan Bir Sikkenin İzinde: Ramazan 790 Tarihli I. Murad Sikkeleri

Belleten · 2023, Cilt 87, Sayı 309 · Sayfa: 489-525 · DOI: 10.37879/belleten.2023.489
Tam Metin
Bu makalenin konusu Osmanlı sikkeleri içerisinde üzerinde ilk kez görülen ifadeler içeren I. Murad dönemine ait Ramazan 790 tarihli mangırlardır. Bu sikke tipi, üzerinde darbedildiği tarihi ay detayı (Ramazan) ile birlikte veren tek Osmanlı sikkesi olması bakımından önemlidir. Sikke ayrıca, Osmanlı dönemi mangırları içerisinde üzerinde sultanın babasının adının yazılmadığı tek örnektir. Sikkenin üzerinde yazan “azze nasruhu” ibaresinin Osmanlı mangırları içerisinde ilk defa bu tip üzerinde görülmesi de dikkate değer bir diğer özelliktir. Birçoğu müze ve özel koleksiyonlarda olmak üzere tespit edilmiş çok sayıda Ramazan 790 tarihli sikke olmasına karşın, bugüne kadar bahsi geçen sikke tipinin nümizmatik açısından detaylı incelemesi ve sikkelerdeki verilerin temsil ettiği tarihsel süreç ile ilişkisi sebep sonuç bağlamında ele alınarak değerlendirilmemiştir. 2001 yılından itibaren aralıklarla devam eden Karacahisar Kalesi kazılarının 2019-2022 yılları arasındaki sürecinde I. Murad dönemine ait 281 adet (7 akçe, 274 mangır) sikke bulunmuş olup bu sikkelerden 40’ı makalenin konusu olan Ramazan 790 tarihli mangırlardır. Bu sikke, üzerinde net tarih bildirildiği için ele geçtiği kontekstte karşılaşılan diğer arkeolojik verilerin tarihlenmesine önemli katkı sunmuş, aynı zamanda Karacahisar Kalesi’nin tarihsel süreci ile yazılı kaynakların çok az olduğu bir tarihsel aralığa dair önemli çıkarımlara kaynaklık etmiştir. Çalışmamızda Karacahisar Kalesi kazılarında bulunan örneklerin ışığında bahsi geçen sikke tipinin nümizmatik bilimi çerçevesinde analizi yapılarak değerlendirilmiş, bu sikke grubunda ilk kez karşılaşılan tercihlerin sebepleri üzerinde durulmuştur. Ayrıca bu makalede 1388 yılının 3 Eylül ile 2 Ekim aralığındaki bir tarihte basılan sikke ile yakın tarihlerde gerçekleşen tarihsel olayların bağlantısının olup olamayacağı sebep sonuç ilişkisi bağlamında tartışılmıştır.

Osmanlı Savaş Hukukunda Sivillere Yönelik Benimsenen Genel Siyaset (1853-1920)

Belleten · 2023, Cilt 87, Sayı 309 · Sayfa: 595-634 · DOI: 10.37879/belleten.2023.595
Tam Metin
Osmanlı Devleti, yönetim anlayışında İslam dini ve hukuk sistemini esas almıştır. İslam dininin meşruiyet nedenleri itibarıyla haklı; gözettiği hukuki ve ahlaki ilkeler ile adil bir savaş yaklaşımı, Osmanlı savaş hukukuna da yansımıştır. Buna göre savaş, gerekçeleri gibi gerçekleştiriliş biçimi bakımından da meşruiyet taşımalıdır. Savaşın tüm safhalarında insani, hukuki, ahlaki açıdan belli prensiplere uyulması gerekmektedir. İtidale riayet, haddi aşmayı, ve aşırılığa yönelmeyi reddetmektedir. İslam dininin ve Türk devlet geleneğinin en önemli uygulayıcılarından biri olan Osmanlı Devleti, hüküm sürdüğü dönem boyunca yüzlerce savaşın içinde yer almıştır. Kuruluş Devrinde iştirak ettiği savaşlardan genel olarak galip veya belirleyici taraf olarak ayrılan Osmanlı Devleti, özellikle incelediğimiz XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bölgesel savaşlar dışında büyük savaşların tamamına yakınını kaybetmiştir. Ancak Osmanlı Devleti, her şeye rağmen savaşta insani, ahlaki ve hukuki ilkeleri gözetme hususunda azami gayret göstermiştir. Bilhassa savaş esnasında ve sonrasında kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere sivillerin, gayrı muharip unsurların haklarının korunması amacıyla mütemadiyen düzenlemelere gitmiştir. Savaş meydanında ve sonrasında bu ilkeleri gözetmeye çalışırken zaman zaman kendi yetkililerini uyaran, hatta aksine davrananları cezalandıran bir siyaset izlemiştir. Öte yandan karşı karşıya geldiği herhangi bir devletle dinî ve ırkî bağları olan Osmanlı vatandaşlarının da güvenliğini sağlamaya çabalamıştır. Arşiv belgeleri tetkik edildiğinde Osmanlı Devleti’nin, kazanma gayretleri ile insani değerler arasında bir denge kurmaya çalıştığı görülmektedir.