456 sonuç bulundu
Yayınlayan Kurumlar
Yazarlar
Anahtar Kelimeler
- Osmanlı Devleti 39
- Ottoman Empire 39
- Osmanlı 36
- Ottoman 30
- Osmanlı İmparatorluğu 16
- İstanbul 11
- Ticaret 10
- Türkiye 10
- İngiltere 9
- Ottoman State 9
1732 ve 1777 Yıllarına Ait Tımar ve Zeamet Kanunları
Belgeler · 2024, Cilt XL, Sayı 44 · Sayfa: 1-32 · DOI: 10.37879/belgeler.2024.231
Özet
Tam Metin
Osmanlı Devleti’nin ziraî, iktisadî, askerî ve idarî yapısına etki eden tımar sisteminin kuruluşu, devletin kuruluş yıllarına kadar geriye gitse de sistemin mükemmel işleyişi ancak 16. yüzyıl sonlarına kadar devam etmiştir. Devlet, sahip olduğu toprakların büyük kısmında uyguladığı bu sistem ile vergilerini toplamış, askerî birlikler oluşturmuş, bu birliklerle fetihler yapmış ve sınırlarını genişletmiştir. Ne var ki bu sistem ateşli silahların savaşlarda kullanılmaya başlaması, savaşların uzun sürmesi, paranın değer kaybetmesi gibi birçok nedenle bozulmaya başlamıştır. Bu bozulmanın nedenlerine ve sistemin nasıl düzeltilebileceğine dair 17. yüzyılda bazı kitap ve risaleler yazılmıştır. Devlet, tımar arazilerinin gelirlerinden hakkıyla istifade edemediğini görünce dirlikleri hazineye dahil edip mukataa olarak iltizama vermeye ve gelirlerini toplamaya başlamıştır. 18. yüzyıla ait tımar yoklama kayıtlarının ve tımar sistemine dair birtakım kanun ve nizamnamelerin yayınlanmış olması, tımar sisteminin Anadolu’da ve Rumeli’de tam olarak ortadan kalkmadığını göstermektedir. Sistemde görülen bozuklukları düzeltmeye yönelik 1791 ve 1792 yıllarında çıkarılan iki kanun mevcut olup bunlar tam metin olarak yayınlanmıştır. Ele aldığımız bu çalışmada ise 1732 ve 1777 yıllarında tımar ve zeamete dair yayınlanan kanunların muhtevalarına değinilmiş ve bu kanunların tam metinleri verilmiştir. Bunun yanında 1732, 1777, 1791 ve 1792 yıllarında tımar sistemi ile ilgili çıkarılan kanunların birbirine benzeyen ve birbirinden ayrılan yönleri üzerinde durulmuştur. Çıkarılan dört kanunnamede bazı farklılıklar bulunsa da bunların büyük oranda birbirine benzediği görülmüştür. Alaybeylerinin ehil, doğru, dirayetli, askerin işlerini bilen ve yürütebilecek kişiler arasından seçilmesi kanunlarda üzerinde durulan hususlar arasındadır. Bunun yanında alaybeylerinden, hak eden kişiler için eski kanunlara riayet ederek arzlar yapması beklenmektedir. Tımarlı sipahilerden ise sefer zamanında alaybeyi bayrağı altında, barış zamanında ise tımarlarında bulunmaları isteniyordu.
Lord Evelyn Baring Cromer’ın Abbas II Adlı Eserinin Değerlendirmesi ve Tercümesi
Belgeler · 2024, Cilt XL, Sayı 44 · Sayfa: 33-118 · DOI: 10.37879/belgeler.2024.233
Özet
Tam Metin
Bu çalışma, Mısır’da İngiliz başkonsolosu ve İngiliz temsilcisi olarak 1883’te tayin edilen ve bu görevini 1907 yılına kadar aralıksız olarak devam ettiren Evelyn Baring Cromer ya da meşhur ismiyle Lord Cromer tarafından yazılan bir eserle ilgilidir. Cromer’ın Mısır’ın son Hidivi Abbas Hilmi Paşa hakkında yazdığı ve 1915’te yayınladığı “Abbas II” adlı kitabı o sırada çok ilgi gördü. Bu makale bu eserin değerlendirmesi ve tercümesi ile ilgilidir. Bu eser Lord Cromer’ın Mısır’daki görevinden emekli olmasından yaklaşık sekiz yıl sonra yayınlanmıştır.
Kitapta Lord Cromer, Abbas Hilmi Paşa’nın yaşamı ve iktidarda olduğu dönemde Mısır’ın siyasi ve sosyal koşullarını ayrıntılı olarak anlatmayı amaçlamıştır. Kitap, II. Abbas’ın çalışma ekibi, yakınları ve hükümet yetkilileriyle olan ilişkilerinden Mısır’ın ekonomisini ve eğitim sistemini modernize etme çabalarına kadar çok çeşitli konuları içermektedir.
Kitapta Hidiv yanında onun İngiliz danışmanları ve yetkili kişilerle ilişkileri, Mısır ekonomisi ve eğitim sistemini modernize etme girişimleri de değerlendirilmiştir. Mısır’ın çeyrek asırlık bir zamanında ve ülkenin karmaşık siyasi yapısında yön bulma çabaları dâhil olmak üzere çok çeşitli konular ele alınmıştır. Kitap İngiliz işgali sırasında Mısır’ın karşı karşıya olduğu sorunlarla alakalı kıymetli bilgiler sunmaktadır.
I. Yazdegerd, Aziz Marutha ve Sâsânî Kralının Değişen İmgeleri
Belleten · 2024, Cilt 88, Sayı 313 · Sayfa: 697-730 · DOI: 10.37879/belleten.2024.697
Özet
Tam Metin
Bu çalışma, I. Yazdegerd’in (Yazdekert, 399-420) Doğu Roma İmparatorluğu ve Sâsânî İran’ında yaşayan Hristiyanlar ile inanç bağlamında kurduğu ilişkileri ele almaktadır. Makalede ilk önce Roma İmparatoru Arcadius’un yaşı küçük olan oğlu II. Theodosius’un koruyuculuğunu I. Yazdegerd’e emanet etmesiyle ilgili kaynaklarda bulunan bilgiler incelenmiştir. Ardından iki tarafın dostane seyreden ilişkilerinde Maiperkat piskoposu Marutha’nın nasıl bir rol üstlendiği tetkik edilmiş ve İran coğrafyasında Doğu Süryânî Kilisesi’nin kurumsallaşması yolunda önemli bir merhale olan Mār İshak Sinodu’nun (410) ehemmiyeti üzerinde durulmuştur. II. Theodosius ile birlikte Martyropolis’in inşasına katkı sunan I. Yazdegerd’in Hristiyanlık karşıtı bazı hareketlere yönelmesi onun dâhili siyasette birtakım problemlerle karşılaştığını düşündürmektedir. Hükümdarlığı süresince pragmatik politikalara ağırlık veren I. Yazdegerd, Pers Şehidi Anlatıları’na (Pers Şehidi İşleri) itibar edilirse Mecûsî din adamları ve soyluların tahrikleri sonucunda özellikle Mecûsîlik aleyhtarlığında ileri giden bazı Hristiyanları cezalandırma yoluna başvurmuştur. Pers Şehidi Anlatıları’nın Sâsânî tebaası durumundaki Hristiyanları takip edebilmek noktasında çağdaş bir tanıklık sunup sunmayacağı son yirmi yıldır tartışılmaktadır. Makalede dinî ve edebî yönü ağır basan bu son kaynak türü, kilise tarihçisi Theodoretus’un kayıtlarıyla birlikte I. Yazdegerd’in saltanat yıllarını aydınlatmak üzere kullanılmıştır. Diğer taraftan I. Yazdegerd Arap-İran tarihyazımında neredeyse istisnasız bir şekilde “günahkâr” olarak anılır. Bu söz birliği, bahsi geçen kayıtlara rağmen I. Yazdegerd’i Hristiyanları kovuşturan bir kral olarak kabul etmeyi güçleştirmektedir.
Nakş-ı Cihan Meydanı: Mekân, Mimari ve Kronoloji
Belleten · 2024, Cilt 88, Sayı 313 · Sayfa: 771-810 · DOI: 10.37879/belleten.2024.771
Özet
Tam Metin
XVI. yüzyılın sonlarında Safevî Devleti’nin üçüncü payitahtı tayin edilen İsfahan, saray ve hanedan mensuplarının himaye ettiği inşa faaliyetleri sayesinde pek çok yeni kentsel mekân ve anıtsal yapı kazanmış ve yeni bir başkente dönüşmüştür. Yeni payitahtın en önemli kentsel mekânları arasında, I. Abbas’ın himayesinde başkentin yeni ticari, dinî, sosyal ve törensel merkezi olarak inşa edilen Nakş-ı Cihan Meydanı yer alır. İsfahan’ın Safevî payitahtı olmadan önceki ticari, dinî ve sosyal-törensel merkezi olan Harun-ı Velayet Meydanı’nın güneyinde yer alan Nakş-ı Cihan Meydanı, dört kenarı farklı işlevlere sahip yapılarla çevrelenmiş, geniş dikdörtgen bir mekândır. Meydanın etrafı, iki sıralı ve çift katlı dükkânlardan müteşekkil, üstü kapalı bir çarşıyla çevrilidir. Dört kenarının her birinde, hepsi Şah Abbas tarafından inşa ettirilen farklı anıtsal yapılar yer alır. Mekânın kuzey kenarında Kayseriye Pazarı, batı cephesinde Ali Kapu Sarayı, doğusunda Şeyh Lütfullah Mescidi ve güneyinde Şah Mescidi bulunur. İki aşamada inşa edilen meydanın ve etrafındaki yapıların tamamlanması yaklaşık kırk yıl sürmüştür. Bu makalede, Nakş-ı Cihan Meydanı’nın mekânsal kurgusu, mimari unsurları ve inşa kronolojisi, ikincil kaynaklar, mekânda yapılan gözlemler, Safevî kronikleri ve Batılı seyyahların anlatıları ışığında ele alınacaktır. Çalışmada, Nakş-ı Cihan Meydanı ve etrafındaki yapıların, I. Abbas’ın dinî, ticari ve siyasi ajandası etkisinde şekillendiği iddia edilmektedir. Söz konusu mekânda, anıtsal mimari, kitabeler ve duvar resimleri aracılığıyla şahın siyasi, askerî ve dinî otoritesi ile İmâmiyye mezhebini ve ticareti himayesinin temsil edildiği savunulmaktadır.
Selçuklu Hanedanından Bir Bani: Fatma Hatun ve Külliyesi
Belleten · 2024, Cilt 88, Sayı 313 · Sayfa: 731-769 · DOI: 10.37879/belleten.2024.731
Özet
Tam Metin
Fatma Hatun, Türkiye Selçuklu sultanlarından II. İzzeddin Keykâvus’un kızıdır. Selçuklu sultanlarından olan II. İzzeddin Keykâvus, Moğol tahakkümü devrinde Türkmenlerle birlikte hem kardeşine hem de Moğollara karşı Selçuklu ülkesinin, hanedan ailesinin ve Anadolu halkının bağımsızlığını korumak için türlü yollar aramış ancak başarılı olamayınca ülkesini terk ederek ailesiyle birlikte önce Bizans’a sonra da Altın Orda Hanlığına sığınmak zorunda kalmıştır. Muhtemelen babasıyla birlikte Konya’dan Kırım’a giden ya da Kırım’da dünyaya gelen Fatma Hatun’un hayatı birçok bilinmeyenle doludur. Buna rağmen onun Türkiye Selçuklu ülkesine döndüğü ve burada hem annesi ve kendisi hem de sütannesi için bir vakıf inşa ettirdiği ortadadır. Selçuklu ülkesinde saltanat kadınlarının kurdukları vakıfların türlerini, konumlarını, malzemesini, bu eserlerin kitâbe ve süslemelerini belirlemeleri, onların kendilerini nerede ve nasıl hangi araçlarla temsil etmek istediklerini açıkça göstermektedir. Bunun yanında, kadın vakıf kurucuların eserlerini yalnızca toplumun sosyal bir ihtiyacının karşılanması, mimari ve sanatsal bir değer ya da itibar meşruiyeti olarak değerlendirmek doğru değildir. Bu vakıflar, kadınlara Selçuklu döneminde atfedilmiş olan toplumsal değerlerin sonraki kuşaklara aktarılması bakımından da çok önemlidir. Dolayısıyla bu vakıf külliye, Fatma Hatun’un vakfettiği gelirlerle 20. yüzyılın başlarına kadar ekonomik işleyişini devam ettirmenin ve bir medeniyetin kültürel devamlılığını sağlamanın yanında Selçuklu hanedan ailesi ile ilgili birçok bilginin ortaya çıkmasına da imkân vermiştir.
Middle Bronze Age II Pottery Kiln at Oylum Höyük
Belleten · 2024, Cilt 88, Sayı 313 · Sayfa: 663-695 · DOI: 10.37879/belleten.2024.663
Özet
Tam Metin
Despite the newly acquired information with increasing studies in Türkiye, archaeological evidence regarding ceramic production in some regions and periods is still not sufficient. Although our knowledge about prehistoric and protohistoric pyrotechnology increases, we can currently say little about the size of ceramic production, the settlement and regional density of pottery kilns, their distribution, development and contexts, in short their roles. The pottery kiln discovered at Oylum Höyük in 2020 and dated to Middle Bronze Age II is in good physical condition compared to its contemporaries in Anatolia, Mesopotamia, and the Levant. Oylum Höyük kiln is currently the best documented MBA kiln in Türkiye. Therefore, all its technological features could be identified, revealing valuable information for understanding pottery kiln technology and development. The kiln, consisting of three parts including ash pit, combustion chamber and firing chamber, can be described as an updraught kiln with an arched combustion chamber and a firing chamber with circular plan. Extensive data from the MBA pottery kilns unearthed in the Levant allows us to compare the Oylum Höyük kiln with its contemporaries and to conclude that it is typologically and technologically closer to the Levant kilns. The area, which was represented in the MBA I by a monumental structure probably with administrative function, started to be used as an industrial production site with several pyrotechnic installations in the early phase of MBA II. We can say with certainty that there was a radical change in the settlement organization.
1776 Yılında Osmanlı Devleti’nin Ticaret Kalyonu İnşası Emri: Fermanlı Kalyonlar
Belleten · 2024, Cilt 88, Sayı 313 · Sayfa: 899-934 · DOI: 10.37879/belleten.2024.899
Özet
Tam Metin
Bu çalışmanın konusu 1776 tarihli bir fermanla inşa edilmeleri istenen ticaret kalyonlarıdır. Fermanda devlet ricali, âyan ve zenginler arasından belirlenen 10 kişi kendi paralarıyla birer ticaret kalyonu inşa etmekle görevlendirilmişti. Ticaret kalyonu inşasıyla görevlendirilen kişiler, yapımını tamamladıktan sonra donanım ve personelini de hazırlayacakları bu kalyonları Mısır-İstanbul arasında ticarette kullanacaklardı. Böyle bir fermanın çıkarılmasındaki amaçlardan biri Küçük Kaynarca Anlaşması’ndan sonra Karadeniz’in uluslararası ticarete açılmasıyla birlikte Osmanlı Devleti için önemi daha da artan Mısır emtiasını nakledecek ticaret gemilerinin sayısının arttırılmasıydı. Devletin inşasını emrettiği ticaret kalyonlarının kullanımına dair bir başka beklentisi ise bunların savaş dönemlerinde donanmaya katılmalarıydı. Bu sayede sadece ticaret gemilerinin sayısında bir artış sağlanmış olmayacak özellikle Çeşme Baskını’yla uğranılan gemi kaybının telafi edilmeye çalışıldığı bir dönemde donanmayı takviye edecek nitelikte gemilere de sahip olunacaktı. Bu makalede söz konusu emrin uygulama süreci arşiv belgeleri kullanılarak incelenmektedir. Çalışmada kimlerin ticaret kalyonu inşasıyla görevlendirildikleri, bu kişilerin emir karşısındaki tutumları, bu sürecin sonunda inşa edilecek kalyonların sayı ve kullanım amaçları açısından istenilen hedefe ulaşılıp ulaşılamadığı açıklanmaktadır. Makalede ticaret kalyonu inşası emrinin Karadeniz’in kapalılık statüsünün sona erdiği bir dönemde Osmanlı Devleti’nin ticari ve askerî gemiciliği açısından taşıdığı önem irdelenmektedir. Söz konusu emir, 19. yüzyılın başlarında şekillenen “Miri Ticaret Filosu” oluşturma çalışmalarına uzanan sürecin bir parçası olarak değerlendirilmektedir.
Osmanlı Devleti’nin Saros Körfezi’nde Bir Asırlık Tahkimat Çabası (1730-1832)
Belleten · 2024, Cilt 88, Sayı 313 · Sayfa: 811-844 · DOI: 10.37879/belleten.2024.811
Özet
Tam Metin
17. yüzyılda Saros Körfezi’nde bazı kadim askerî yapılar ayakta olmasına rağmen Osmanlı Devleti tarafından kullanılmamaktaydı. 18. yüzyılda ise körfezdeki kaçakçılık ve asayiş sorunlarını önlemek için askerî birimlere ihtiyaç duyulmuş, bölgede yeni askerî yapıların inşası planlanmıştır. Bu çerçevede körfezde bulunan adada Yeni Megariz Kalesi (Kale-i Cedîd) inşa edilmiştir. Yüzyılın ikinci yarısında Rus donanmasının saldırıları ve yüzyıl sonunda Napolyon’un Mısır’a sefer düzenlemesiyle Akdeniz’de güvenlik sorunu yaşanması, Saros Körfezi’nde de birtakım yeni askerî önlemleri gerekli kılmıştır. Bu çerçevede III. Selim döneminin tahkimat politikasına uygun olarak 1799 itibariyle, adada bazı yeni tabyalar ve körfez sahilinde İbrice Limanı, Karaçalıaltı, Bakla Burnu, Kabatepe tabyaları inşa edilmiştir. 19. yüzyıl başlarında gelişen Osmanlı-Rus savaşları ve bilhassa 1821 Rum İsyanı sırasında Saros Körfezi istihkâmları tamir edilmiş, mühimmat bakımından desteklenmiş, personel ihtiyacı karşılanarak teyakkuz hâli canlı tutulmaya çalışılmıştır. Buna rağmen birtakım askerî disiplinsizlik neticesinde istenilen verim alınamamıştır. 1830’a gelindiğinde, Osmanlı Devleti körfezdeki askerî yapıların malî, askerî ve idari sorunlarından dolayı gücünü Çanakkale Boğazı’na yoğunlaştırmayı tercih etmiştir. Saros Körfezi, 19. yüzyılın ikinci yarısında artık askerî öneminden ziyade sosyo-ekonomik özellikleriyle ön plana çıkacaktır.
Bu araştırmada, günümüze ulaşmayan Saros Körfezi istihkâmlarının yer, isim ve tarihlerini tespit ederek literatüre kazandırmak, 18. yüzyıl Osmanlı tahkimat reformları yazımına katkı sunmak amaçlanmıştır.
Balkan Savaşlarından Sonra Osmanlı İmtiyazlarının Durumu ve Halefiyet Meselesi
Belleten · 2024, Cilt 88, Sayı 313 · Sayfa: 935-968 · DOI: 10.37879/belleten.2024.935
Özet
Tam Metin
Balkan Savaşları, hem bölge ülkelerini hem de Avrupa devletlerini siyasi ve iktisadi açıdan birçok sorunla baş başa bırakmıştır. I. Balkan Savaşı’ndan sonra iktisadi sorunların çözümü amacıyla Balkan İşleri Mali Komisyonu kurulmuştur. Fransa önderliğinde kurulan komisyonun temel amaçlarından biri Osmanlı’dan alınan imtiyazların halefiyet ilkesi çerçevesinde Balkan devletlerine devredilmesiydi. Balkan Savaşlarından sonra bölgedeki Osmanlı imtiyazlarının hukuki durumu, halefiyet kapsamı ve diplomatik ilişkilerdeki yeri hakkındaki çalışmalar çok kısıtlıdır. Bu çalışmanın amacı, I. Balkan Savaşı’ndan I. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde, Balkanlardaki Osmanlı imtiyazlarının hukuki durumunu Balkan İşleri Mali Komisyon görüşmeleri temelinde değerlendirmektir. Bu doğrultuda imtiyazlar hakkında önemli veriler sunan komisyon tutanakları, dönem matbuatı ve Osmanlı arşiv kayıtları kronolojik olarak incelenerek ilgili ülkelerin tutumları analiz edilmiştir. Buna göre, Balkanlardaki imtiyazların çoğuna Fransa, Almanya ve Avusturya-Macaristan sahiptir. Mezkûr ülkeler halefiyetin imtiyazlar üzerinde tam olarak uygulanması, imtiyaz gerekliliklerinin Balkan devletlerince yerine getirilmesini savunmaktadır. Balkan devletleri, komisyon çalışmaları esnasında imtiyazların aynen devamını kabul etmişlerdir. Fakat taraf ülkeler arasındaki siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle komisyon çalışmaları yarıda kalmıştır. Yunanistan ve Sırbistan, halefiyeti kabul etmiş olmalarına rağmen II. Balkan Savaşı’ndan sonraki süreçte imtiyazları devletleştirmeye çalışmışlardır. Osmanlı imtiyazlar sorunu I. Dünya Savaşı’nın çıkması nedeniyle Lozan Antlaşması’na kadar çözülememiştir. Sonuç olarak, Lozan Antlaşması’nın temel kavramlarından olan halefiyet, imtiyazlar açısından ilk kez Mali Komisyonda test edilmiştir. Bu minvalde komisyon çalışmalarının, Lozan’ın bir provası niteliğinde olduğu söylenebilir.
Rupen Sevag Çilingiryan Cinayeti ve Bir Komplo Teorisi
Belleten · 2024, Cilt 88, Sayı 313 · Sayfa: 969-996 · DOI: 10.37879/belleten.2024.969
Özet
Tam Metin
Ermeni Şair Rupen Sevag Çilingiryan 24 Nisan 1915 ve sonrasında gerçekleşen tutuklamalar kapsamında Çankırı’ya yollanmış ve daha sonra Çankırı-Ankara yolu üzerinde bir eşkıya saldırısı sonucu hayatını kaybetmiştir. Çilingiryan cinayeti ile alakalı olarak son yıllarda yapılan bazı yayınlarda bu cinayetin İttihat ve Terakki Hükûmeti tarafından organize edildiği yönünde iddialar ortaya atılmıştır. Bu makalede Çilingiryan cinayetini işleyen Kürt Alo çetesinin genelde İttihat ve Terakki Hükûmeti ve özelde de Osmanlı Dahiliye Nazırı Talat Paşa tarafından korunup, kollandıklarına ve çetenin tutuklanan üyelerini kurtarmak adına Dahiliye Nazırının girişimlerde bulunduğuna dair iddialar incelenmiştir. Söz konusu iddialar için sunulan bulgular ikna edici olmaktan uzak oldukları gibi, bunlar kullanılan belgelerin bağlamından kopartılarak kullanılmasına ve yanlış yorumlanmasına dayanmaktadır. Bu iddialar, kaynaklarda Kürt Alo ile Nallıhanlı Mehmet Ali olarak bahsi geçen iki farklı şahsın tek ve aynı kişi oldukları varsayımına dayanmaktadır. Bu makalede bu iki kişinin farklı ve birbiri ile ilgisi bulunmayan kişiler olduğu arşiv kayıtları ile ortaya koyulmuştur. Bunların ayrı ve alakasız kişiler olmasına ek olarak, Dahiliye Nazırının bu cinayeti işleyen çeteyi korumak ve kurtarmak için girişimlerde bulunduğu iddiasının dayanaksız olduğu ortaya konulmuştur. Nitekim, söz konusu Kürt Alo çetesine yönelik yürütülen soruşturma ve harekât neticesinde çetenin bazı mensuplarının yakalanmış olması ve çetenin yakalanması adına İttihat ve Terakki yöneticileri tarafından yapılan yazışmalar da bu iddiaları ileri sürenler tarafından tamamen göz ardı edilmiştir.