469 sonuç bulundu
Yayınlayan Kurumlar
Yazarlar
Anahtar Kelimeler
- Osmanlı Devleti 40
- Ottoman Empire 39
- Osmanlı 36
- Ottoman 30
- Osmanlı İmparatorluğu 16
- İstanbul 11
- İngiltere 10
- Ottoman State 10
- Ticaret 10
- Türkiye 10
Arşiv Belgelerine Göre İslam Hukuku’nun Geçerli Olduğu II. Meşrutiyet Döneminde Tatiller, İzinler ve Çalışma Süreleri
Belleten · 2018, Cilt 82, Sayı 294 · Sayfa: 699-733 · DOI: 10.37879/belleten.2018.699
Özet
Tam Metin
Osmanlı Devleti'nde tatil ve izinler ile çalışma süreleri konusunda temelde İslam hukuku esas alınmakla birlikte değişen şartlara göre uygulamada bazı değişiklikler yaşanmıştır. Osmanlı Devleti'nin başlangıcından 19. Yüzyıla kadar resmî daire ve eğitim kurumlarında farklı gün ve sürelerde tatil yapılagelmiştir. Devlet meselelerinin yoğunluk kazandığı veya savaşların, ekonomik buhranların yaşandığı zamanlarda, bunun yanı sıra yaz ve kış mevsimlerinde mesai uygulamalarının farklılaştığı ve hatta memur izinlerinin iptal edildiği görülmektedir. Hafta tatili, izin ve mesai konularında standart oluşturma gayretlerinin, bürokrasinin yaygınlaştığı 19. Yüzyılın ortalarına doğru, özellikle Tanzimat'la birlikte arttığı bir vakıadır. Bununla birlikte 20. Yüzyıl başlarına gelindiğinde dahi hala bu alanlarda birliktelik ve süreklilik oluşturma süreci devam etmiştir. Memurların tatil, izin ve mesai kavramlarının oluştuğu II. Meşrutiyet yılları mevzuatı, Cumhuriyet Türkiye'sinin de ana hatlarını teşkil etmiştir. Bu çalışmada bürokrasi hayatının hız kazandığı II. Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'in ilanına kadar geçen süre içerisinde tatil günleri, izinler, çalışma süreleri ve bu konudaki uygulamalar ile karşılaşılan problemler, başta Meclis-i Vükelâ kararları ile hükümet uygulamalarını içeren Osmanlı Arşivi belgeleri ve Cumhuriyet Arşivi belgeleri ışığında ele alınmıştır.
Rusya-İran (Kaçar) İlişkileri Adına Dehşet Verici Bir Hadise: Rusya’nın Tahran Başkonsolosluğu Baskını ve Büyükelçi Aleksandr Griboedov ve Maiyetinin Katledilmesi (11 Şubat 1829)
Belleten · 2018, Cilt 82, Sayı 294 · Sayfa: 569-586 · DOI: 10.37879/belleten.2018.569
Özet
Tam Metin
Diplomasi tarihinin en elim vakıalarından biri 11 Şubat 1829 tarihinde Tahran'da meydana gelmiştir. Rusya ve İran (Kaçar) devletleri arasında iki yıl süren savaşın ardından imzalanan Türkmençay Antlaşması, iki ülke arasında diplomatik misyonların oluşturulmasını gündeme getirmekle birlikte, antlaşma maddelerinin uygulanması konusunda ortaya çıkabilecek sıkıntıların büyükelçilik nezdinde çözüme kavuşturulmasını da öngörmekteydi. Ancak savaşın geride bıraktığı husumetler, ilk kez böyle bir görev ifa eden Rus Büyükelçi Griboedov'un hataları, bölgede söz sahibi olmak isteyen diğer aktörler, dini fanatizm boyutunda yaşayan halkın inancını istismar eden provokatörler ve birtakım talihsizlikler bir araya gelince, iki ülke diplomasisi adına eşine benzerine rastlanılamayacak derecede büyük bir trajedi ortaya çıktı. Rus Büyükelçilik delegasyonunun neredeyse tamamının katledildiği 11 Şubat'taki baskının ardından kopması beklenen fırtına ise Rusya'nın içinde bulunduğu siyasi konjonktür sebebiyle akim kalmıştır. Bu çalışmada, dönemin ana kaynakları ışığında 11 Şubat 1829 tarihli Rus Büyükelçiliği baskını mercek altına alınacak, nedenleri ve sonuçları üzerinde bir takım tespitlerde bulunulacaktır.
İspanya Elçilik Raporlarında 1875 Hersek İsyanı
Belleten · 2018, Cilt 82, Sayı 294 · Sayfa: 627-673 · DOI: 10.37879/belleten.2018.627
Özet
Tam Metin
1875 yılında, Hersek'in Nevesin kazasında başlayan küçük isyan, Osmanlı Hükümeti'nin zafi yeti nedeniyle, kısa sürede Bosna ve Hersek'in neredeyse tamamına yayılmıştır. Osmanlı Hükümeti, isyanın yayılmaya başladığı süreçte de Sırbistan ve Karadağ'ın isyana dâhil olmasından çekinerek ve büyük Avrupa devletlerini endişelendirmekten imtina ederek, isyanı bastırmak için büyük bir güç kullanmamış ve bu politikanın sonucunda isyan uluslararası bir boyut kazanmıştır. İspanya'nın İstanbul, Viyana, Berlin ve St. Petersburg elçileri, isyanın başlangıcından itibaren, hazırladıkları raporlar aracılığıyla hükümetlerini yaşanan gelişmelerle bilgilendirmişlerdi. Bu çalışmada, ilgili elçilik raporlarında, tarafsız bir ülkenin temsilcilerinin gözünden olayların nasıl anlatıldığı ve yorumlandığı ortaya konulacaktır. Bu çerçevede, İspanya Dışişleri Bakanlığı Arşivi'nde Hersek isyanıyla ilgili oldukları tespit edilen 32 rapor incelenecektir.
Mimar Sinan’ın Mezarında Teşhis-i Meyyit
Belleten · 2018, Cilt 82, Sayı 294 · Sayfa: 511-529 · DOI: 10.37879/belleten.2018.511
Özet
Tam Metin
16. yüzyılda, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat olmak üzere dört ayrı padişaha hizmet etmiş Mimar Sinan'ın İstanbul Süleymaniye Külliyesi'nde bulunan mezarı, 1935 yılında antropolojik tetkik amacıyla açılmış, olay günlük gazete haberlerinde yerini almıştı. Türk Tarihi Tetkiki Kurumu (bugünkü adıyla Türk Tarih Kurumu) adına Hasan Cemil Çambel, Aziz Şevket Kansu ve Afet İnan'ın başında bulundukları kazı sonucunda Mimar Sinan'ın kafatası gün ışığına çıkarılır. Kafatasının kurulacak antropoloji müzesinde yer alacağı belirtilmiş ancak, böyle bir müze kurulmadığı gibi kafatası da ne yazık ki kaybolmuştur. Dönemin gazete haberleri ve yazıları ışığında Mimar Sinan'ın mezarının açılmasına yönelik yukarıda bahsi geçen süreç, mezarın açılmasından sonra kafatası üzerinde yapılan incelemeler ve yaşanılan olaylar bu makale ile ele alınmaktadır.
Zamanı Aşan Taşlar: Zeytinburnu’nun Tarihî Mezar Taşları
Belleten · 2018, Cilt 82, Sayı 293 · Sayfa: 357-359 · DOI: 10.37879/belleten.2018.357
Özet
Mezar taşları tarihçiler için önemli veriler barındıran birer belge hükmündedir.Görsel-estetik ve pratik değerlerinin yanı sıra belge özelliği göstermeleri sebebiyle bugüne kadar hazîre ve mezarlıklar üzerinde çokça çalışma yapılmıştır ve son zamanlarda bu çalışmalar artarak devam etmektedir. Bu çalışmaların en özenlilerinden biri Zeytinburnu sınırları içindeki tarihî eserlerde bulunan kitabeleri ve çeşitli hazire ve mezarlıklarda bulunan mezar taşlarını konu alan ve Süleyman Berk tarafından hazırlanan Zamanı Aşan Taşlar başlıklı çalışmadır.
Erbaba'dan İçi Buğday Dolu Minyatür Bir Çömlek ve Çatalhöyük Kanıtları Bağlamında, Neolitik Dönemde Boğa Sembolizmi ve Ritüel
Belleten · 2018, Cilt 82, Sayı 293 · Sayfa: 1-30 · DOI: 10.37879/belleten.2018.1
Özet
Tam Metin
Erbaba'da, içi karbonlaşmış buğday kalıntıları ile dolu minyatür bir çömlek ele geçmiştir. Bu çömlekçik, Neolitik dönemin tipik pişirme kaplarından mineral içerikli, kanca tutamaklı ve şişkin gövdeli çömleklerin, pişirme kabı olamayacak kadar küçük bir formunu oluşturmaktadır. Söz konusu küçük çömleği işlevsel ve sembolik açılardan değerlendiren bu çalışma, Erbaba'daki ve Çatalhöyük'teki kanıtlardan yola çıkarak, MÖ yak. 6600 yıllarından itibaren görülen bu pişirme kaplarının boğa başlarını (bukranyum) simgelediğini ve hayvan biçimli ritüel kapları olan ritonların öncülleri sayılabileceğini öne sürmektedir. Çatalhöyük'ün erken tabakalarında ritüelistik sistem büyük oranda, yabani erkek sığırın toplu halde avlanması ve açık alanlarda tüketilmesi, sonra kalıntıların evlerin içine yerleştirilip, sergilenmesi ve birer "rölik" gibi yeni nesillere aktarılması üzerine kurulmuştur. Orta tabakalardan sonra sosyal organizasyonda görülen değişim, evlerin artan ekonomik bağımsızlığı ve evcil sığırın da günlük hayata girmesi ile birlikte ritüel anlayışının değiştiği, eskinin nadir ve tahrik gücü yüksek, coşkulu ritüellerinden (imgesel), daha sık ve kolay, ev-merkezli ve coşku oranı düşük ritüellere (dogmatik) bir geçiş olduğu anlaşılmıştır. Bu gelişmelere bağlı olarak boğa sembolizmi ev içi sabit uygulamalardan çanak çömlek gibi hareketli nesneler üzerine taşınmaya başlamıştır. Böylece erken tabakalarda ev dışında yapılan yabani boğa ziyafetlerinin yerini, kazılarda çok az sayıda bulunan özel çömlekler içinde pişirilen yemeklerle yapılan "ev içi kutlamaları" almış olabilir. İçlerinde kemikli etlerin pişirildiği tespit edilen bu kaplarda, büyük olasılıkla buğdayın da eşlik ettiği bir tür günümüzdeki "özel gün" yemeği "keşkek"i andıran Prehistorik bir şölen yemeği yapılmış olabilir. Bu yeni uygulama, belirli sosyal gruplar ya da tüm aileler tarafından, belirli günlerde ya da günlük kutlamalar şeklinde gerçekleştirilmiş olabilir. Belki de bu tür bir kutlama, bu dönemle birlikte Çatalhöyüklüler'in sofrasına girmeye başlayan, bir bakıma "ev içine alınmış evcil boğanın temsili kurban edilmesi" idi. Kabın kendisi, yerleşmenin başından sonuna kadar en güçlü sembollerden biri olan boğayı andırıyor ve içinde boğa eti pişiyordu -kuşkusuz diğer hayvanların eti de pişmiştir. Varsıl Çatalhöyük'e göre oldukça küçük boyutlu Erbaba ve çevresindeki yerleşmelerde bu türde uygulamalarla ilgili herhangi bir bilgi kaynağımız olmasa da, tarif edildiği gibi olası bir şölen anı, Çatalhöyük dahil tüm bu yerleşmelerde yiyeceğin ve hayatta kalmanın kutsandığı ve kutsallığın tüm insanlara geçtiği bir ritüelin bir parçası olarak düşünülebilir. Bu çalışma, sonuç olarak içlerinde Erbaba'nın da yer aldığı Geç Neolitik yerleşmelerin tümünde seramikler üzerinde rastladığımız boğa sembolizminin, Çatalhöyük'teki gibi dogmatik bir hale gelmiş yaygın bir sembolü ve daha çok evlerin içinde uygulanan "ev-merkezli" bir ritüel anlayışını temsil ediyor olabileceğini öne sürmektedir. Bu olası ritüel, aynı zamanda Neolitik toplumların sosyal sistemlerini sürdüren ideolojik ve birleştirici bir işlev de görmüş olmalıdır.
1853-1856 Kırım Harbi’nde Osmanlı - Avusturya İlişkileri
Belleten · 2018, Cilt 82, Sayı 293 · Sayfa: 241-264 · DOI: 10.37879/belleten.2018.241
Özet
Tam Metin
1853-1856 yılları arasında yaşanan Kırım Harbi, başlangıçta Osmanlı Devleti ile Rusya arasında başlayan ancak ilerleyen yıllarda İngiltere, Fransa ve Piyomente'nin de Osmanlı lehine dâhil olduğu bir savaş haline bürünmüştür. Bu süreçte Avrupa'nın diğer önemli güçleri olan Avusturya ve Prusya'nın Osmanlı Devleti ile birlikte savaşa girmemekle birlikte siyaseten Osmanlı Devleti'ne yakın durduklarını söylemek mümkündür. Bilhassa Avusturya, savaş müddetince Rusya'nın barış masasına oturtulması ve makul mütareke şartlarının sağlanabilmesi için girişimlerde bulunmuş, bununla da yetinmeyerek Osmanlı Devleti'nin hâkimiyet alanı içerisinde yer alan ancak savaşın başından itibaren Rus işgali altında bulunan Eflak-Boğdan topraklarının işgalden kurtarılması adına Osmanlı Devleti ile bir ittifak anlaşması imzalayarak Tuna'nın kuzeyindeki mücadeleye dâhil olmuştur. Savaş yıllarında Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında kurulan bu yakın siyasi ilişki sayesinde Rusya'nın savaşı devam ettirmek için Avrupa'da müttefik bulma imkânı ortadan kalkmış ve Rusya neredeyse tüm Avrupa ile ya savaş meydanında ya da diplomasi masasında mücadele etmek zorunda kalmıştır. Ayrıca iki ülke arasında imzalanan 14 Haziran 1854 tarihli antlaşma ile savaşın ilk gününden itibaren Rus işgali altına giren Osmanlı Devleti'ne bağlı özerk Eflak ve Boğdan prenslikleri, Rus askerlerinin çekilmesinin ardından Avusturya birlikleri tarafından savaşın sonuna kadar denetim altına alınmıştır. İlaveten Viyana, Kırım Harbi müddetince taraflar arasında yapılan müzakerelerde diplomasi masasının merkezi olmuş, gerek 1853 yılı Temmuz ayında gerekse 1855 yılı Mart ayında mütareke görüşmeleri düzenlenmiştir. Nitekim çatışmalara son verilen 1 Şubat 1856 tarihli protokol de Viyana'da imza edilmiştir. Tüm bu gelişmeler Kırım Harbi süresince Osmanlı Devleti ile Avusturya arasındaki açıktan veya dolaylı siyasi birlikteliğin ana hatları olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu çalışma Kırım Harbi yıllarında Osmanlı Devleti ile Avusturya arasındaki ilişkileri ele almaktadır. Bu kapsamda Avusturya yönetiminin Osmanlı-Rus Savaşı'nın başlaması karşısında takınmış olduğu tutum, savaşın sona erdirilmesi adına yapılan girişimler ve Viyana'daki diplomatik temaslar, Tuna'nın kuzeyinde Rus işgaline uğrayan Rumen prensliklerinin kurtarılması adına imzalanan 13 Haziran 1854 tarihli Osmanlı-Avusturya Antlaşması ve bu antlaşmaya bağlı olarak yaşanan gelişmelere değinilmektedir.
Kent İçi Arkeolojik Alanlarda Katmanlaşmanın Analizi ve Koruma Sorunları: Foça Örneği
Belleten · 2018, Cilt 82, Sayı 293 · Sayfa: 31-50 · DOI: 10.37879/belleten.2018.31
Özet
Tam Metin
Yer altı ve yer üstünde arkeolojik mirasa sahip olmakla birlikte, kent merkezinde çağdaş yaşamın sürdüğü pek çok yerleşim vardır. Söz konusu arkeolojik mirası farklı tarihsel katmanlar oluşturmaktadır ve bu katmanlaşma kent merkezinin tarihsel süreç boyunca kesintisiz yerleşim görmesinden kaynaklanmaktadır. Modern kentin aynı konumda yapılaşmaya devam etmesi ile kent içinde çok katmanlı arkeolojik alanlar ortaya çıkmıştır. Katmanlaşmaya yönelik mevcut ve tarihsel birikimin doğru bir şekilde ortaya konulabilmesi için kentsel arkeoloji bilimsel bir çalışma alanı olarak kabul görmektedir. Türkiye'de katmanlaşmanın özellikle kent merkezlerinde yasal, yönetsel, sosyal ve ekonomik nedenlerle kısmen yok olmasına karşın günümüzde farklı katmanlara ait izler taşıyan yerleşimler hala mevcuttur. Bu yerleşimlerden Foça Prehistorik dönemden başlayarak Arkaik, Klasik, Helenistik, Roma, Bizans, Ceneviz kolonisi ve Osmanlı dönemlerinde sürekli iskân görmüş, çok katmanlı bir kenttir. Kent içindeki katmanlaşmanın analiz edilebilmesi için belirli bir envanterleme sistemi ile güncellenmesi gereklidir. Bu kapsamda kentte belirlenen dokuz tarihsel katmana ait arkeolojik veri ve mimari birikim dijital ortama aktarılarak, dönem paftaları hazırlanmıştır. Bu paftaların çakıştırılmasıyla kentteki çok katmanlı kimlik alanları belirlenmiş ve her alan için analiz paftaları hazırlanmıştır. Bu paftalarda alanın ada-parsel numaralarına göre konumu, kazı çalışmaları ve koruma durumları hakkında bilgi, alanın kazı çalışmaları sırasındaki ve günümüzdeki fotoğrafları, bulguların dönemlere göre renklendirilmiş çizimleri bulunmaktadır. Bu çalışmanın süreç içerisinde daha detaylı olarak hazırlanacak envanterleme sistemine altlık olması hedeflenmiştir.
Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Grev Hakkı ve Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu
Belleten · 2018, Cilt 82, Sayı 293 · Sayfa: 265-294 · DOI: 10.37879/belleten.2018.265
Özet
Tam Metin
Osmanlı Devleti'nin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren her alanda geçirdiği değişim ve dönüşümle bağlantılı olarak iş, işçi ve işveren gibi kavramların da iş hayatında ortaya çıktığı görülmektedir. Bu bağlamda modern çağın getirdiği ihtiyaçlar neticesinde oluşan icraatlar, işçilerin hak taleplerinde bulunmasına ve bazı karışıklıkların ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Devletin ortaya çıkan yeni durumlar karşısında, nasihat yolu, kuvvet kullanma ve hukuki düzenlemeler ortaya koyarak kamu düzenini ve asayişi sağlamaya çalıştığı görülmektedir. Nitekim işçilerin grev ve sendikal talepleri ile artan iş bırakma eylemleri ve devlet otoritesini bozacak çapta meydana gelen gelişmeler karşısında Osmanlı Hükümeti, II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte daha somut adımlar atma yoluna gitmiştir. Meselenin halledilebilmesi adına meseleye hukuki mecrada bir çözüm aranmıştır. Bu kapsamda işçilerin sorunlarına çözüm bulma ve taleplerini karşılama gayesiyle 9 Ağustos 1909'da Ta'tîl-i Eşgâl Kanunu çıkartılmıştır. Bu kanunun çıkmasına zemin hazırlayan süreçte şüphesiz, işçilerin ayaklanma girişimleri, grev ve çalışma şartlarına ilişkin artan seviyedeki talepleri önemli bir pay sahibidir. Makalemizde gerek 1909 öncesi ve gerekse 1909 Kanunu sonrası bu konuda vuku bulan gelişmeler, talep edilen grev ve sendikal haklar ile çıkartılan kararlar, dönemin arşiv belgeleri ışığında ele alınmıştır. Günümüzle karşılaştırılması bakımından Osmanlı döneminde geçerli hukuk metinleri ekseninde, konuya ilişkin önemli ölçüde istifade edilen bu belgeler tahlil edilmiştir. İşçilerin grev girişim ve isteklerine ilişkin çok ayrıntılı malumatın da verildiği bu makalede, araştırma eserlerinden de istifade edilmiştir.
Memlûk - İlhanlı Diplomatik İlişkileri
Belleten · 2018, Cilt 82, Sayı 293 · Sayfa: 83-158 · DOI: 10.37879/belleten.2018.83
Özet
Tam Metin
Tarih boyunca devletlerarası ilişkilerde diplomasi daima belirleyici bir unsur olmuştur. Savaşlar ve barışlar da diplomatik gelişmelerin seyrine göre neticelenmiştir. Bu bağlamda tarihte devletlerin varlık mücadelesi ve amaçları gibi hususları takip ve tespit etmenin en önemli aracı diplomatik vesikalardır. Günümüzde Ortadoğu olarak isimlendirilen bölgede hâkimiyet mücadelesi vermiş İlhanlılar ve Memlûkler Hazar'dan Nil'e Karadeniz'den Yemen'e geniş bir bölgenin kaderini bir dönem belirlemiş iki devlettir. İslâm dünyası Haçlı işgalleri ve Moğol istilâlarıyla sarsılırken gelişmeler Mısır ve Suriye'de hanedanın yönetmediği kuvvet ve kudret sahibi güçlü ve nüfuzlu emirlerin sultan olabildiği siyasi bir yapının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bir tarafta İlhanlılar Cengiz Han'ın varisi sıfatıyla tehdit ve korkutmaya dayalı geleneksel Moğol diplomasisini sürdürürken diğer tarafta Memlûkler Müslümanları himaye politikası temelinde hilafet kurumunu yeniden tesis ederek politika geliştirmişlerdir. Memlûkler orijinal siyasi yapılarıyla İlhanlılar karşısında başarılı savunma savaşları vererek diplomatik ilişkilerin seyri zamanla değişmiş ve düşmanca ilişkiler eşitlik esasına dayalı politik münâsebetleri doğurmuştur. Sonunda barış tesis edilmiştir. Çalışmamızda Memlûk-İlhanlı diplomatik ilişkilerinin değişen seyrini karşılıklı elçilik teatileri ve mektuplaşmalar temelinde ele alıp her iki devletin karşılıklı dış politikasını ortaya koymaya çalışacağız.