4009 sonuç bulundu
Uygulanan Filtreler
  • Türk Tarih Kurumu
Dergiler
Yayınlayan Kurumlar
Yayın Yılı
Yazarlar
Anahtar Kelimeler

Tanzimat Devri’nde Kıbrıs’ta Azat Edilmiş Kölelerin Hukukî Ve Sosyo-Ekonomik Durumları (1839- 1876)

Belleten · 2014, Cilt 78, Sayı 282 · Sayfa: 699-756 · DOI: 10.37879/belleten.2014.699
Tam Metin
Tanzimat devrinde de Kıbrıs'ta siyah köleler teorik olarak toplumun en alt katmanında bulunuyorlardı. Herkesin din, mezhep ve etnik fark gözetilmeksizin eşit sayılacağı ilan edilmişti; fakat onlar yine köle idiler. Toplum hayatının zaruri pratikleri teorik tasnifi görünmez kılacak düzeyde insani ve medeniydi. Köleler ile hür şahıslar arasındaki medeni ilişkiler, köle sıfatının sınırlarının ötesinde; eşitlik çerçevesinde kuruldu. Bazı köleler önceden azat edilmişlerdi. Bu kişiler toplumsal hayata iktisadi, medeni ve hukukî anlamda katıldılar. Hür insanlar tarafından kabul gördüler. Hukukî statüleri sebebiyle yadırganmadılar. Kölelerin azat edilmeleri geleneksel hoşgörünün zaten içselleştirildiği Osmanlı-Kıbrıs toplumunda radikal değişiklikler doğurmadı. Köle azadı, kölelik statüsü açısından "kişisel hürriyete kavuşma" anlamına gelmekteyken Osmanlı köleleri açısından yalnızca sembolik bir hukukî süreçten ibaretti. Azatlı köleler evlendiler, menkul ve gayrimenkul mülkler edindiler, mal varlıklarını aile fertlerine miras bıraktılar, alacak-verecek ilişkileri oldu, mahkemelerde şahitlik ettiler, ticaret yaptılar; toplumsal kabul ve itibar gördüler. Bu çalışmanın amacı, 1839-1876 yılları arasında Kıbrıs'ta çeşitli sebeplerle azat edilmiş kölelerin hür insan olarak, toplumsal hayata ne şekilde ve düzeyde dâhil olabildikleri ile Kıbrıs toplumunun bu şahısları nasıl ve ne düzeyde benimsediklerini tespit etmektir. Konu Kıbrıs Şer'iyye Sicilleri'ne dayanarak ele alınacaktır.

Tanzimat Döneminde İsyancı Bir Ayan Profili: Acaralı Kör Hüseyin Bey Hadisesi

Belleten · 2014, Cilt 78, Sayı 282 · Sayfa: 611-658 · DOI: 10.37879/belleten.2014.611
Tam Metin
19. yüzyılda Osmanlı taşra idaresinde yaşanan en önemli değişim şüphesiz temellerini II Mahmud'un attığı merkezileştirme faaliyetleriydi. Taşrada uzun bir geçmişi olan âyan ailelerinin güçlerinin sınırlandırılması ve merkezi denetimin yeniden tesis edilmesi esasına dayanan yeni devlet politikası etkilerini Doğu Karadeniz bölgesinde de gösterdi. 19. yüzyılın ilk otuz yılında bu bölge merkezi temsil eden valiler ile yerel güçler arasında sürekli bir mücadeleye sahne oldu. Bu mücadele döneminin bir sonraki aşaması olarak bölgede Tanzimat'ın uygulanmaya başlaması ve sadece idari değil mali anlamda da bir merkezileşmeyi ve yeni bazı uygulamaları ön görmesi çıkarları zedelenen geniş bir zümrenin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu muhalif kesimin bir kısmı yeni sisteme entegre edilerek teskin edilse de Trabzon Eyaleti'nin doğusu gibi imparatorluğun bazı hassas bölgelerinde bu süreç biraz daha sancılı oldu. Osmanlı-Rus sınırında tampon bir bölge özelliği gösteren Acara'da 1840'tan 1846'ya kadar devam eden bir karışıklık dönemi Karadeniz Bölgesi'nin kendine has âyanlık sisteminin bir örneğini sergilediği gibi bölgenin gerek iç gerekse de dış gelişmelere karşı hassas yapısını ve kırılganlığını da göstermektedir. Bu bağlamda bu çalışma, Acara bölgesinin en önemli âyan ailelerinden olan Selim Paşazâdelerden Kör Hüseyin Bey'in ilki 1840; ikincisi de 1846'da ortaya çıkan ve aldığı destek ile bölgeyi anarşi ortamına sürükleyen isyanlarının ortaya çıkışlarını ve bölgedeki etkilerini Osmanlı ve Fransız arşiv kaynaklarıüzerinden değerlendirmeyi amaçlamaktadır.

Karadağ Devleti’nin Doğuşu: Osmanlı-Karadağ Sınır Tespiti (1858-60)

Belleten · 2014, Cilt 78, Sayı 282 · Sayfa: 659-698 · DOI: 10.37879/belleten.2014.659
Tam Metin
Karadağ,1850'lere kadar kimsenin tanımadığı, dağlı vahşi kabilelerin yaşadığı bir yerdi. Fakat bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti'nin içişlerine karışmayı kendilerine adet edinen Büyük Devletler (İngiltere, Fransa, Rusya, Prusya, Avusturya-Macaristan) yavaş yavaş Karadağ'la ilgilenmeye başladılar. Bölgeden gelen bitmek tükenmek bilmeyen çatışma haberleri, Bosna'da ardı ardına çıkan isyanlarda Karadağ'ın lojistik üs olarak kullanılması 1857'de taraflar arasında sınırların tespit edilmesi fikrinin doğmasına yol açtı. Büyük devletlere göre Karadağlıların üzerinde hak ettiği topraklar onlara verilirse çatışmalar sona erdirilebilirdi. Osmanlılar içinse Karadağ saldırılarının sebebi onların içinde bulunduğu fakirlikti, eğer Karadağ'a tarım yapabilecekleri bir parça toprak verilirse bu sorun ortadan kalkacak ve çatışmalar duracaktı. Tüm taraflar bu düşüncede birleşince 1858'de çalışmalar başladı. Ancak çalışmalar, Osmanlıların düşüncesinin tersine neredeyse bağımsız iki devletin arasına sınır çizme şeklini aldı. Nihayet birçok komisyon kuruldu ve yaklaşık 2,5 yıl süren çalışmalar sonucu sınır tespit edildi. Çalışmalar Osmanlı Devleti için istenen sonucu vermedi. Tam tersine yeni sınırlar birçok noktada tartışmaya yol açtığından başka çatışmalara sebep oldu. Fakat çalışmalar bittiğinde Karadağlıların benim diyebilecekleri, sınırları belirlenmiş toprakları vardı ve onlar 1913'e kadar bu topraklara yenilerini ekleyeceklerdir.

Etelköz: Ortanca Macar Yurdu Hakkında Yeni Bazı Tespitler

Belleten · 2014, Cilt 78, Sayı 281 · Sayfa: 41-92
Bir 10. yy Bizans kaynağı olan Konstantinos Porphyrogenitus'un De Administrando Imperio adıyla bilinen eserinde Macarların şimdiki yurtlarına gelmeden önceki iki yurdundan bahsedilir. Bu bahsin ayrıntıları kendi içinde çelişkili olduğu gibi, diğer kaynaklarla uyuşturmak da zordur. Öte yandan, Konstantinos'un değerli bilgiler verdiği de ortadadır. Eski Macar tarihiyle ilgili en önemli veriyi sağlayan bu esere büyük önem atfedilmiş, buradaki bilgiler esas alınarak diğer onlarca kaynak tali görülmüştür. Bu yüzden, bugün bilim dünyasında hâkim olsalar da, ulaşılan sonuçlar temel soruların cevabını vermiyor. Konstantinos'a dayanan savlar küçük ayrıntılarla Dnyeper nehrinin her iki tarafına adı geçen iki Macar yurdunu yerleştirmekteler. Hâlbuki Macarların bu nehrin batısında yurt tuttuklarına dair hiçbir dayanılır ipucu olmadığı gibi, Dnyeper'e ulaştıkları bile kuşkuludur. Bütün kaynak ve ipuçlarına kulak verilir ve Konstantinos'taki ifadeler kendi içinde uzlaştırılırsa, iki yurttan birinin Don nehrinin batı yakasında, diğerinin ise Orta İdil'in doğusundaki alanda olduğu görülecektir. Bu makaledeki öneri adı Etelköz olarak geçen yurdun adını kuşkulu bir Macarca ile 'ırmak arası' şeklinde okumak yerine, açık bir Türkçe ile 'İdil'in kaynağı' şeklinde görmek, dolayısıyla Ak İdil nehri boylarındaki Başkırdistan arazisini anlamaktır. Konstantinos'ta adı Levediya olarak geçen diğer yurt ise Orta Don boylarında dört asırdan fazla kalınan araziyi anlatmaktadır ve Macar kaynaklarındaki ismi başkadır.

TÜLÜN DEĞİRMENCİ, İktidar Oyunları ve Resimli Kitaplar: II. Osman Devrinde Değişen Güç Simgeleri, Kitap Yayınevi, İstanbul 2012, 362 sayfa. [Kitap Tanıtımı]

Belleten · 2014, Cilt 78, Sayı 281 · Sayfa: 343-350
Tülün Değirmenci'nin 2007 yılında Hacettepe Üniversitesinde tamamladığı doktora tezinin kitap haline getirilmiş örneği olan eser, her biri alt başlıklar içeren altı temel bölümde şekillenmiştir. Giriş bölümünde (s. 7-17) II. Osman dönemi Osmanlı sarayında resimli elyazması üretiminin nasıl başladığı, konu olarak neden bu dönemin seçildiği ve elyazmalarının siyaset-iktidar ilişkileri bağlamında nasıl "okunabileceğinin" üzerinde durulmaktadır. II. Osman döneminin ilk resimli el yazması, darüssaade ağası el-Hac Mustafa Ağa tarafından sultana tavsiye edilen Meddah Medhi'nin hükümdara yazılmasını önerdiği üç eserden (Dasitân-ı Hamza, Süleymannâme-i Kebir ve Şehnâme-i Firdevsî) sultanın tercihi olan Şehnâme-i Firdevsî'dir. Medhi'ye göre sultan Şehnâme-i Firdevsî'yi seçerek, alemi bilme arzusunu ve adil bir sultan olma niyetini ortaya koymuştur. Burada ilginç olan nokta, II. Osman o zamana kadar yazılmamış bir öykü ve destanın yazılıp resimlenmesini istememiş, dahası kendisine isimleri bildirilen üç eserden birini seçebilmiştir. Resimli bir kitabın diğer kitaplardan farklı olarak, hamisinin beğenisini ve siyasi mesajlarını ileten bir araç olduğu ileri sürülür. Ancak saray kütüphanesinden veya sultanın şahsi kütüphanesinden dışarı çıkıp çıkmadığı bilinmeyen bir eserin sultanın siyasi mesajlarını kimlere veya kaç kişiye iletebileceği ayrı bir tartışma konusudur. Yazar, elyazmalarındaki resimleri anlayabilmek ve çözümleyebilmek için sadece minyatürlerin bulunduğu kitaptaki metni okumanın yetmediğini, devrin diğer tarih kitaplarını da okumak gerektiğini vurgular. Bu dönemde yapılmış minyatürleri doğru yorumlayabilmenin sadece haminin hayatını bilmekle mümkün olmadığına değinen yazar, III. Murad dönemiyle birlikte sarayda önemli bir güç odağı haline gelen darüssaade ağalarının ve ilişkili oldukları siyasî, askerî ve entelektüel çevrelerin de göz önünde bulundurulması gerektiğine dikkat çeker ve eserinde dönem minyatürlerini böyle bir metotla yorumlamaya çalışacağını belirtir. Kitabın giriş bölümü, II. Osman'ın saltanatı (1618- 1622) sırasında hazırlanan Şehnâme-i Türkî, Divân-ı Nâdirî, Şehnâme-i Nadirî, Tercüme-i Şakâ'iku'n-nu'mâniye gibi farklı içerikteki kitapların hamilerinin siyasi eğilimlerinden ipuçları taşıdıkları ve kitaplardaki resimlerin bir yandan gelenekten kopmadan geçmişi yaşattıkları, öte yandan üretildikleri sosyo-politik ortam içinde kendine göre yenilikleri de barındırdıkları kanaatiyle tamamlanmıştır.

18. Yüzyıl Mutasavvıf ve Şairlerinden Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Hayatı ve Eserlerinde Musiki Olgusu

Belleten · 2014, Cilt 78, Sayı 281 · Sayfa: 201-222 · DOI: 10.37879/belleten.2014.201
Tam Metin
18. yüzyılda yaşamış büyük Türk mutasavvıfı âlim ve şairi Erzurumlu İbrahim Hakkı; 18 Mayıs 1703 tarihinde Hasankale' de dünyaya gelmiştir. Erzurumlu İbrahim Hakkı yazmış olduğu önemli eserleri ile günümüze kadar ulaşmış ve etkisi yıllar sonrada sürecek önemli bir şahsiyettir. Bu çalışmanın amacı çok yönlü ilim insanı ve mutasavvıf Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın hayatı ve eserlerindeki musiki olgusunu incelemektir. Araştırmada İbrahim Hakkı'nın hayatı ve eserleri musiki yönü ile ele alınarak incelenmiş, İbrahim Hakkı'nın eserlerinde musiki ve onun için musikinin ne ifade ettiği daha önce yapılmış çalışmalar doğrultusunda ortaya konulmaya çalışılmıştır. 18. yüzyılda yaşamış, oldukça geniş bir dünya görüşü ve kültür birikimine sahip bu değerli ilim insanının hakkında yazılan pek çok önemli çalışma mevcut iken onun sanat ve musiki yönünü konu edinen birkaç çalışmaya rastlanmıştır. Bu nedenle çalışmaya ihtiyaç duyulmuştur. Bu araştırma nitel bir araştırma olup, araştırmada literatür tarama yöntemi kullanılmıştır. Makale ile ilgili verilerin toplanması için öncelikle kütüphane ve arşiv taramalarına dayalı kapsamlı bir literatür çalışması ve internet araştırmaları yapılmıştır. Araştırma ulaşılan kitap, dergi, tez, sempozyum bildirileri, internet kaynakları ile sınırlıdır. Araştırmada Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın eserlerinden özellikle Marifetname ve Divan'da musiki olgusuna yer verdiği ve onun için musikinin önemli olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Gazelleri, İlahileri, Rubaileri ile ilahi aşkı en güzel ve etkileyici bir biçimde ifade eden İbrahim Hakkı Türk Tasavvuf Musikisinde de önemli bir yere sahiptir. Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın aile hayatı ile ilgili olarak pek çok kaynakta oğlu İsmail Fehim'in güzel kanun ve santur çaldığı belirtilmiştir. Oğlunun musikiye olan ilgisinin Erzurumlu İbrahim Hakkı tarafından hoşnutlukla karşılandığı ve onu dinlemekten zevk aldığı anlaşılmaktadır. Oğluna ait santur ve santur kabı Atatürk Üniversitesi Merkez Kütüphanesinde sergilenmektedir.

Deforestation in Sixteenth Century Anatolia: The Case of Hüdavendi̇gar (Bursa) Sancak

Belleten · 2014, Cilt 78, Sayı 281 · Sayfa: 167-200 · DOI: 10.37879/belleten.2014.167
Tam Metin
After the industrial revolution in Europa, the importance of one subject started to become particularly striking: Environmental Change. Environmental Change which has many components, has become day by day high point and investigated topic depend on growing population and needs of people. Although the results and the solutions concern all countries, research on this subject has unfortunately been limited to developed western countries. Deforestation is an important component of environmental change and it is on the agenda especially when tropical forests are discussed. Yet, forests are in danger in other region as much as tropical forests. As condition of rainfall and temperature is quite suitable in tropical region, this situation seems to be much more limited in many other regions.Deforestation is a controversial issue today particularly when tropical forests are under consideration. However, deforestation is also a vital issue in other regions of the world, and concerns not only the contemporary life but also the past that goes far back in history. Moving from this stance, this article studies the deforestation in the history of Anatolia, which hosted many peoples and civilizations throughout its history. The subject is handled with a close study of various deforestation records archived during the Ottoman period. The article studies the case of Hüdavendigar sancak that was located near Istanbul, which was rich with forests that could renovate themselves and inhabited great populations throughout history. In this respect, the conclusions derived from the case of Hüdavendigar sancak can be generalized for the whole of Anatolia. As understood from the Ottoman records, the increasing population and thus the increasing needs in sixteenth century Istanbul made deforestation an outstanding issue in that century. However, the subject has remained almost untouched among the academicians who benefited from the Ottoman archives. Thus, this study is the first one that handles this subject and can be taken as an introduction to deforestation in Anatolia of the Ottoman period.

Osmanlı Devleti’nde Tekâlif-i İmdâdiye Vergisine İlginç Bir Örnek: H. 1044/M.1634 Yılında Uygulanan Bedel-i Yapağı Vergisi

Belleten · 2014, Cilt 78, Sayı 281 · Sayfa: 123-148 · DOI: 10.37879/belleten.2014.123
Tam Metin
Savaş halindeki her devletin uyguladığı gibi, Osmanlı Devleti de tebaasından olağandışı taleplerde bulunmuştu. Osmanlı Devleti savaş sırasında zuhur eden bu tür talepleri temelde tekâlif-i örfiye prensiplerine göre tarh edilen vergilerle sağlamıştı. Osmanlı Devleti bu yöntemle -başta zahire olmak üzere- genelde ordunun temel ihtiyaç maddelerini temin etmişti. Öte yandan aynı prensiplere dayanılarak -örneklerine sık karşılaşılmamakla beraber- bir savaş esnasında acil ihtiyaç duyulan özel bir maddenin temini de sağlanmaya çalışılabiliyordu. Nitekim bu çalışmada Osmanlı seferlerinde kullanım örneğine pek rastlanmayan bir maddenin, yapağının (yünün), tekâlif-i örfiye prensiplerine dayanarak, tebaadan nasıl temin edilmeye çalışıldığı ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Bu sayede hem olağanüstü bu verginin işleyiş tarzı, hem de sefer esnasında karşılaşılan bir sorunun -savaşın planlayıcıları tarafından- pratik ve hızlı bir biçimde nasıl çözüldüğü ortaya konulmuştur.

Düşmânlarımıza Bâ’is-i Helecân Vermek: Edirne Yeni Saray’ı Tamir Etmek

Belleten · 2014, Cilt 78, Sayı 281 · Sayfa: 149-166 · DOI: 10.37879/belleten.2014.149
Tam Metin
Bu çalışma, İstanbul'daki Topkapı Sarayı'nın inşası öncesinde ve sonrasında uzun yıllar Osmanlı hanedan üyeleri tarafından kullanılan Edirne Saray'ında, Abdülhamid-i Evvel döneminde yapılması planlanmış tamiratları ihtiva eder. Bu çalışmada yapılmaya çalışılan, kırk dört yıla yakın bir süre kafes hayatı yaşayan Abdülhamid-i Evvel'in on beş yıllık saltanatı döneminde Edirne Sarayı'nda gerçekleştirmeye çalıştığı tamiratların bir kısmına dikkat çekerek, bunlar üzerinden Sultan'ın sarayın tamirine bakışını ortaya koymak olmuştur. Çalışmanın odaklandığı dönemin devletin ekonomik yönden sıkıntılı olduğu bir süreci ihtiva etmesi, bu dönemde Sultan'ın neden Edirne Sarayı'nda böyle bir onarıma gerek duyduğu sorusunu sormayı da mümkün kılar. Bu bağlamda dönemin koşulları içinde, dönem kaynaklarının ve arşiv belgelerinin ışığında bu soru anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Sonuç olarak çalışma, Osmanlı sarayında yapılan onarımların sadece ihtiyacı karşılamaya yönelik olmadığını, siyası bir amaca da hizmet ettiğini ortaya koyma çabasındadır.

Erken Ortaçağların Şehirler Topluluğu: Medâ’in

Belleten · 2014, Cilt 78, Sayı 281 · Sayfa: 1-40 · DOI: 10.37879/belleten.2014.1
Tam Metin
Erken Ortaçağlar'ın başından Sâsânî imparatorluğunun yıkılışına kadar bu imparatorluğun yönetimsel başkenti olan Medâ'in şehirler topluluğu, İlkçağ ve Erken Ortaçağların en büyük metropollerinden bir tanesidir. Farklı büyüklüklerde ve değişik zamanlarda inşa edilmiş olan şehir ve kasabalardan meydana gelen Medâ'in şehirler topluluğu farklı bir demografik mozaiğe sahipti. Dicle ve Fırat nehirlerinin birbirine en yakın olduğu noktada Dicle nehrinin kenarına kurulmuş olan bu şehirler topluluğu, sahip olduğu tarımsal ve ticari yoğunluğundan dolayı önemli bir ekonomik merkez olma özelliğinin yanında; sarayları, köşkleri ve farklı mimari yapılarıyla çok faklı kültürlerin izlerini taşıyan modern bir görünüme sahip bir şehirdi. Mezopotamya toprakları üzerinde kurulmuş birçok imparatorluğa başkentlik yapmış olan bu şehirler topluluğu siyasi ve idari açıdan Ortadoğu'nun kalbi konumunda olmuştur. Doğu ve Batı arasında uzanan yolların kesişme noktasında olan bu şehirler topluluğu sahip olduğu önemini Abbâsîler dönemine kadar koruyabilmiş ve yine bu dönemde Abbâsîler tarafından kurulan Bağdâd şehrinden sonra bütün canlılığını kaybetmiştir.