166 sonuç bulundu
Uygulanan Filtreler
  • Son 1 yıl
Yayın Yılı
Yazarlar
Anahtar Kelimeler

20. Yüzyılda Çağının Kadınlarına Seslenen Bir Eser: Kadın Esrarı (Avanzâde Mehmet Süleyman)

Erdem · 2024, Sayı 87 · Sayfa: 37-59 · DOI: 10.32704/erdem.2024.87.037
Tam Metin
Avanzâde Mehmet Süleyman (1871-1922), yayımladığı telif-tercüme eserler ve dergi yayımcılığı ile Meşrutiyet devrinin önemli yazar ve aydınlarındandır. İlgi alanı çok geniş olan yazarın eserleri arasında kadınlara dair olanlar dikkat çeker. 1330’da yayımlanan Kadın Esrarı da bunlardan biridir. Eserin ön sözünde yazar; kadınların hayat tarzlarına, evlilik öncesi ve sonrası eşleriyle ilişkilerine, sağlık ve güzelliklerini korumaları için yapmaları gerekenlere değineceğini belirtir. Bu yönüyle eser, kadınlar için bir “sağlık ve güzellik rehberi” olma amacı taşımaktadır. Kadının toplumu dönüştürme gücüne de vurgu yapan yazar, bir milleti ancak ahlaken ve fikren yüksek kadınların ileriye taşıyacağı görüşündedir. Avanzâde Mehmet Süleyman Kadın Esrarı’nı iki ana bölüme ayırmış; ilk bölümde ahlaki güzellik, ikinci bölümde fiziki güzellik üzerinde durmuştur. İffet, sadakat, tesettür vb. konularla ilgili açıklamalar yaptığı ilk kısımda, o dönemde dünyaya dalga dalga yayılan “feminizm” hakkında da bilgiler vermiştir. Eserin ikinci bölümü kadınların sağlık ve güzelliklerine ayrılmıştır. Burada Avanzâde Mehmet Süleyman “eczacı” kimliğiyle kadınlara sağlıklı yaşam önerileri ve son derece ayrıntılı güzellik reçeteleri sunmuştur. Kadın Esrarı’nda bazı kısımlar Ebuzziya Tevfik’in Takvimü’n-Nisa ve Ebu’l-Muammer Fuad’ın Vezâif-i Aile adlı eserlerinden iktibas edilmiştir. Bu iktibaslar, belli konularda Avanzâde Mehmet Süleyman’ın görüşlerini öğrenmemizi engellemekle birlikte -eserine alması sebebiyle- yazarın az-çok bu görüşleri paylaştığını da düşündürmektedir. Eserinde kadınları ilgilendiren her konuda bilgi vermeye çalışan Avanzâde Mehmet Süleyman, yer yer geleneksel bir bakış açısıyla onun eş ve anne olarak görevlerini öne çıkarmıştır. Diğer yandan kadın hakları konusunda eşitlikçi ve özgürlükçü bir tutum sergilediği noktalar da olmuştur. Yazar, II. Meşrutiyet devrinin özgür ortamında eşitlik için mücadele veren Osmanlı kadınlarının taleplerine bigâne kalmamış, bilim insanı olması nedeniyle kadına “birey” olarak bakmıştır. Kızların küçük yaşta evlendirilmelerine karşı çıkması, evlilikte iki tarafın da sorumluluklarını hatırlatması, boşanmayı meşru görmesi, kızların millî mekteplerde eğitilmeleri gerektiğini savunması çağının ilerisinde görüşlerdir. Nesil yetiştirme konusunda -bugün modern tıbbın da benimsediği- anne sütünün önemi, belli bir yaşa gelene kadar çocuğa ahlak ve vicdan eğitiminin verilmesi konularında annelerin bilinçli olması gerektiğini vurgulamıştır. Ona göre toplum; eğitilmiş, düşünen, ileri kadınlarla yükselecektir. Yazarın özellikle kitabının ikinci bölümünde kadın sağlığı ve güzelliği için verdiği öneri ve tarifler, kadına birey odaklı bakışının göstergeleridir. Bu makalede 20. yüzyılın başlarında Avanzâde Mehmet Süleyman’ın kadınlar için kaleme aldığı Kadın Esrarı’nda kadın algısı incelenmiş, yazarın -çağının koşullarında- kadın hak ve özgürlüklerini belli noktalarda ilerici bir görüşle savunduğu görülmüştür.

Servet-i Fünûn Edebiyatında Yeni İfade veya Kusursuz Dil Arayışları

Erdem · 2024, Sayı 87 · Sayfa: 61-80 · DOI: 10.32704/erdem.2024.87.061
Tam Metin
Servet-i Fünûn nesli edipleri, değişen ve dönüşen insanın düşünce ve duygularını yansıtmak için yeni bir ifade ve dile ihtiyaç olduğunu düşünmüşlerdir. Bu düşünce doğrultusunda, özellikle de şiirde kullandıkları ifadeler ve dil tercihleri, onları Türk edebiyatı tarihinde kritik bir noktaya taşımıştır. Birçok yenilik getirmekle birlikte, tartışmalara da sebep olmuşlardır. Bu anlamda Servet-i Fünûncular, başta Ahmet Midhat olmak üzere, dekadans olmakla, dilde yozlaşma yaratmakla suçlanırlar. Bu tarz ithamlara, cevap vermek ve yarattıkları yeni edebiyat dilinin mahiyetini açıklamak için teorik yazılar kaleme alırlar. Tartışmalar etrafında oluşan yazılardan başka onların edebî metinlerinde de bu yeni dili, ifadeyi açıklama niyeti taşıdıkları görülür. Bu niyetin zamanla tartışmaların dışına taşarak hem teorik yazılarda hem de edebî metinlerde görülen bir söylem biçimine dönüştüğü söylenebilir. Cenab Şahabeddin “Yeni Elfâz”, “Yeni Ta’birât” ve “Esâlib-i Ezmine” başlıklı teorik yazılarında dilde ne yaptıklarını anlatmakla kalmaz, onu aynı zamanda estetik bir endişe olarak şiirlerinde işler. Tevfik Fikret’in edebiyat yazılarında ve şiirlerinde de gördüğümüz bu durum; yine Halit Ziya’nın Mai ve Siyah romanında, Ahmet Cemil üzerinden kurmaca düzlemine taşınır. Böylece edebi eserlerde işlenen bir konu ve söylem hâline gelir. Bu anlamda, Servet-i Fünûncular ürettikleri yeni ifade söylemini dil-insan, dil-düşünce arasındaki ilişkiden hareket ederek izah etme yoluna giderler. Günlük/standart dilin canlı, değişen ve dönüşen bir doğaya sahip olan insanı yansıtmada yetersiz kaldığını ve bu yüzden insanın varoluşunu tam olarak verebilecek yerli yerinde bir ifade arayışı içerisinde olduklarını açıklamaya çalışırlar. Dilin varlığı açığa çıkarıcı yönü üzerinde dururlar. Bu çerçevede bu makalenin amacı, Servet-i Fünûn nesli yazar, şair ve eleştirmenlerin yeni ifadeye ve dile (elfaz) dair izahatlarının zamanla bir söylem hâlini almasını ve bunun onların edebî metinlerinde estetik bir endişe olarak ortaya çıkmasını ele almaktır. Bu nesil ediplerinin teorik yazıları, eleştirileri ve tartışmalarında savundukları, yaratmak istedikleri “yeni ifade” tarzını ve kusursuz dil arayışlarını nasıl açıkladıklarına dikkat çekmek ve bunun ardında yatan niyete ve felsefeye ışık tutmaktır. Bu anlamda Cenab Şahabeddin, Tevfik Fikret, Halid Ziya, Hüseyin Cahit gibi topluluğun önde gelen simalarının yeni ifadeyi, yerli yerinde ve kusursuz bir ifade arayışının nasıl tezahür ettiğini onların bazı teorik yazıları, roman ve şiirleri üzerinden göstermeye çalışmaktır. Böylece konuyu edebiyatın özerkliği, dilin imkânları ve sınırları, düşünce ve duyguların ne kadar aktarılabilir olduğu dolayımında ele almaktır.

Eyüp Karyağdı Baba Bektaşi Tekkesi Mezar Taşları

Erdem · 2024, Sayı 87 · Sayfa: 105-151 · DOI: 10.32704/erdem.2024.87.105
Tam Metin
Bu çalışmada, Karyağdı Baba Tekkesi’nde yer alan, Osmanlı Dönemi’ne ait Bektaşi mezar ve mezar taşları, Sanat Tarihi açısından değerlendirilmiştir. Çalışmanın konusu olan tekke Karyağdı Ali Baba tarafından kurulmuş olup, hazire tekkenin kuzey doğu köşesinde yer almaktadır. İncelemeler sonucunda 35 baş taşı 13 ayak taşı ve 15 başlık tespit edilmiştir. Bu başlıklardan 9 tanesi mezar taşı üzerinde, 6 tanesi kırılmış ve herhangi bir mezar taşından bağımsız olarak yerdedir. Baş taşlarından hazire alanında yer alanların 12 tanesi ayakta 12 tanesi yerde geriye kalan 11 tanesi kazı alanı ve tekke avlusu içinde parçalar halinde bulunmuştur. Aynı şekilde ayak taşlarının da 10 tanesi hazire alanında ayakta 3 tanesi kazı alanında bulunmaktadır. Yerde olan baş ve ayak taşlarının bir kısmı İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından gerçekleştirilen kazıdan çıkarılmıştır. Araştırmaya dâhil edilen diğer taşlar ise makale için yürütülen saha çalışmasında tekke avlusu içerisinde atıl halde bulunan kırık baş taşlarıdır. Hazire içerisinde toplam 12 mezar yer almaktadır. Bu mezarlardan 2 tanesi kadın mezarı 10 tanesi erkek mezarıdır. Hazire alanı dışındakiler ile toplam 5 kadın baş taşı bulunmuştur. Hazire dışında yer alan kazı alanı ve tekke sınırları içinde bulunan 23 baş taşından birçoğu zarar görmüş olması sebebiyle okunamamıştır. Kitabesi okunmuş olanlardan anlaşıldığı üzere 5 tanesi erkek 4 tanesi kadın mezarıdır. Bu ayrım sadece okunan isimle değil bazı mezar taşları için belirli ifadeler dikkate alınarak yapılmıştır. Kırık ve aşınmış olan bu 23 baş taşından okunabildiği kadarıyla bir mezar 1671 yılına, geriye kalanlardan çoğu 19. yüzyıl başından 20. yüzyıl başına kadarki tarih aralığına denk gelmektedir. Araştırma esnasında 9 başlık mezar taşı üzerinde, 4 başlık hazire alanında yerde, 2 başlık da hazire alanındaki duvarın içinde bulunmuştur. Mezar üzerinde bulunan baş taşlarındaki 9 başlık ve hazire alanındaki 4 başlık Bektaşi başlıklarıyla benzerlik gösterirken duvar içerisinde bulunan 2 başlık Bektaşi başlığından farklıdır. 12 mezardan 9 tanesinde başlık var iken 2 tanesi silindirik gövdeli başlıksız ve biri bitkisel tepeliklidir. Ayrıca tarikat mezarlarında sıkça rastladığımız başlık kabartması da biri silindirik gövdeli biri fes başlıklı 2 mezarda görülmektedir. Mezar taşlarında karşımıza çıkan başlangıç ifadelerinin büyük çoğunluğu ağırlıklı olarak Bektaşi mezar taşlarında gördüğümüz; Hu, Hu Dost, Allah Hu gibi ifadelerdir fakat hazire alanı dışındaki mezarlarda ise diğer Osmanlı mezar taşlarında gördüğümüz Hüvel Baki, Hüvel Hallakul Baki gibi ifadeler karşımıza çıkar. Bu çalışmada mezarlar; başlıkları, başlık kabarmaları, meslek bilgileri, tekke bilgileri, başlangıç ifadeleri, Bektaşilik ile ilgili ifadeler, tarihler, biçim, bezeme ve tasarım yönünden incelenerek diğer araştırmacılara ışık tutmak ve Bektaşi Kültürü için büyük bir öneme sahip olan bu tekkeyi özgün birer belge olarak değerlendirip daha iyi tanıtmak amaçlanmıştır.

Günümüze Ulaşmamış Bir Kamu Binası: Zile Hükümet Konağı

Erdem · 2024, Sayı 87 · Sayfa: 177-199 · DOI: 10.32704/erdem.2024.87.177
Tam Metin
Batılılaşma döneminde Osmanlı mimarlığında bir değişim ve dönüşüm süreci başlamıştır. Özellikle kamu yapıları kapsamında yapılan yenileşme faaliyetleri Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesinden sonra idari taksimatta yapılan düzenlemeye uygun şekilde gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti’nin modernleşme amacıyla yürüttüğü bu çalışmalar neticesinde devlet kademelerinde işleyişin sürdürülmesi için çeşitli kurumların inşası veya kiralanması sağlanmıştır. Bu yapı türlerinden birisi hükümet konaklarıdır. Zile’de inşa edilen hükümet konağı da bu işlevi yerine getirmek için kullanılmış yapılardandır. Zile Hükümet Konağı hakkında yapılan arşiv taramalarından kiralama usulüyle hükümet konağı ihtiyacı tesis edilmiş olduğu görülmektedir. Zile’de birkaç kez hükümet konağı yapma girişimleri olsa da ekonomik sebeplerle bu durum gerçekleştirilememiştir. Çalışmamızın odağını oluşturan Osmanlı döneminden günümüze ulaşan konağın o dönemde de Zile kent merkezinde bulunması ve önemli olayların yaşandığı bir saha içinde kalması nedeniyle Osmanlı döneminde de hükümet konağı olarak kullanılmış olduğu ileri sürülebilir. Cumhuriyet döneminde de hükümet konağı olarak kullanılan bina bu işlevinin dışında okul ve sağlık ocağı gibi hizmetler için de kullanılmıştır. Zile’de 1980’lere kadar ayakta kalabilmiş hükümet konağının Kurtuluş Savaşı sırasında Zile’de meydana gelen ayaklanmalara da şahitlik etmiş olduğu bilinmektedir. Zile isyanını başlatan çete liderleri bu hükümet konağı önünde idam edilmiştir. Diğer taraftan 1960’lı yıllarda kız enstitüsü olarak kullanılmasından ötürü eser, halkın hafızasında önemli bir yere de sahiptir. Bu çalışmada Osmanlı Arşivi, Sivas Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu ve Zile Belediyesi arşivlerinden elde edilen bilgilerle Zile’de hükümet konağı olarak kullanılmış, günümüze ulaşmayan bir konağın plan ve mimari özellikleri, inşa edildiği üslup özellikleriyle beraber ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Günümüze ulaşmayan, yayınlarda ve arşivlerde sınırlı bilgi bulunan Zile Hükümet Konağı özel bir arşivden ve belediye arşivinden ulaştığımız fotoğraflar çerçevesinde incelenirken; Zile Belediyesi arşivinde yer alan kültür envanteri fişi ve Sivas Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu arşivinde yer alan bilgilerle birlikte değerlendirilmiştir. Eserin günümüze ulaşan bir projesi bulunmadığından yapının yaklaşık planları bu binayı bilen ve bu kamu binasından hizmet almış kişilerin beyanları dikkate alınarak, sözlü tarih çalışması yapılarak, çizilmiştir. Yapının çizimleri çıkarılırken fotoğraflarından da yararlanılmıştır. Bu fotoğraflar bilhassa yapının cephe tasarımları hakkında yol gösterici olmuştur. Eser, 1983 yılında korunması gerekli kültür varlığı olarak belirlenmiştir; ancak sonrasında yapı bilinmeyen bir nedenle ortadan kaldırılmıştır. Eserin bakımsızlıktan yıkılmaya yüz tutmuş olduğu ihtimal dahilindedir. Tarihte önemli olaylara tanıklık etmiş olan eser, Cumhuriyet döneminde çeşitli kurumlara tahsis edilerek kullanılmış ve insanların belleğinde önemli bir yer edinmiştir. Çalışma, Zile Eski Hükümet Konağı üzerine gerçekleştirilmiş bir restitüsyon denemesidir. Bu haliyle yeni araştırmalara katkı sağlanması da hedeflenmektedir.

Tarihî ve Kültürel Mirasın Korunmasında Millî Saraylar Yaklaşımı

Erdem · 2024, Sayı 87 · Sayfa: 201-230 · DOI: 10.32704/erdem.2024.87.201
Tam Metin
Türkiye’nin tarihî ve kültürel mirasının özgün örneklerinden ve medeniyet tarihimizin anıtsal yapılarından olan Osmanlı sarayları; temsili, simgesel ve sanatsal değeri yüksek yapıtlardır. Günümüze büyük oranda muhafaza edilmiş halde ulaşan Osmanlı sarayları, yapıları, bahçeleri ve barındırdıkları koleksiyonları ile temsil ettikleri medeniyetin mimarî ve estetik anlayışını yansıtan son derece önemli eserlerdir. Zira tarihî ve kültürel miras sadece yapıları veya eşyaları değil, o eserlerin yaşattığı kültürel ve tarihî birikimin izdüşümlerini de kapsamaktadır. Bu nedenle tarihî mirasımızı oluşturan eserlerin korunması, yaşatılması ve bunun sürdürülebilir kılınması, toplumsal kimliğin korunmasına eşsiz bir katkı sağlamaktadır. Bu bağlamda, ülkemizdeki tarihî mirasın saraylar bölümünden sorumlu bir kurum olan Millî Sarayların, emanetçisi olduğu bu eserlerin muhafazası ve yaşatılması kapsamında yürüttüğü restorasyon ve konservasyon uygulamaları dikkate değer bir araştırma alanı olarak öne çıkmaktadır. Başkanlık, bünyesinde bulunan tüm taşınır ve taşınmaz kültür varlıklarının muhafazası, bakımı ve gelecek nesillere aktarılabilmesi için önemli çalışmalar yürütmektedir. Bu nadide yapılar her ne kadar günümüze büyük ölçüde ulaşabilmiş olsa da inşa edildikleri tarihten günümüze kadar geçen süreç içerisinde zaman ve çevresel faktörler başta olmak üzere çeşitli sebeplerden kaynaklı hasarlar ve bozulmalar meydana gelmiştir. Restorasyon süreçlerinin ilk aşamasında bu hasar ve bozulmalara neden olan etkenler, alanlarında uzman restoratörler tarafından değerlendirilmekte, ardından restorasyon öncesinde yapılması gereken çalışmalar başlatılmaktadır. Tüm bu çalışmalar ehemmiyeti sebebiyle titizlikle yürütülmektedir. Milli Sarayların yürüttüğü restorasyon ve konservasyon çalışmalarının bilimsel açıdan değerlendirilmesi ve düzenlenmesi, her biri alanında uzman bilim insanlarından oluşan Millî Saraylar Bilim ve Değerlendirme Kurulu tarafından yerine getirilmektedir. Karar aşamasında uzmanlık gerektiren spesifik konularda Millî Saraylar Danışmanlık Komitesi üyelerinin görüşlerine de başvurulmaktadır. Millî Saraylar restorasyon uygulamalarında, yapının hâlihazırdaki durumu izin verdiği ölçüde, restorasyon sonrası kullanımı ile ilgili fonksiyon önerileri de belirlenmektedir. Bu aşamada ana prensip, yapının tarihî kimliğinin ve belge değerinin mümkün olabildiğince korunabilmesidir. Millî Saraylar, emanetçisi olduğu kültürel miras niteliğindeki saray, kasır ve köşk gibi yapılara dair müdahale biçimlerini ve bunların uygulanma prensiplerini uluslararası çağdaş koruma yöntemlerini kullanarak belirlemekte ve çalışmalarını sürdürülebilirlik ilkesine dayanarak yürütmektedir. Bu çalışmada, yüz yıllık bir geçmişe sahip olan Millî Saraylar Başkanlığının restorasyon alanındaki deneyimi, güncel kapasitesi ve uygulamalarının muhtelif örnekler üzerinden somutlaştırılarak irdelenmesi hedeflenmektedir.

Rast ve Sazkâr Makamlarının Sözlü Eserler Üzerinde Karşılaştırılmalı Analizi

Erdem · 2024, Sayı 87 · Sayfa: 231-263 · DOI: 10.32704/erdem.2024.87.231
Tam Metin
Türk musikisinin temelini oluşturan en önemli kavram makamdır. Tarihsel süreç içerisinde birçok müzikolog makamları farklı sistemlerde ele almış ve tasnif etmiştir. Bu çalışmalar müellifler tarafından kendi devirlerinde yazılı olarak neşredilmiş, günümüze kadar ulaşarak araştırmalara kaynak oluşturmuştur. Makamların anlaşılmasında kaynakları incelemenin yanı sıra farklı makamların karşılaştırılması ve bu makamlarda bestelenmiş olan eserlerin analizinin yapılması önemlidir. Bu analizlerin neticesinde ortaya çıkan bulgular, makamları birbirinden ayıran özellikleri net bir şekilde ortaya koymaktadır. Günümüzde konservatuarların müzikoloji ve sanatta yeterlilik programlarının çoğalması ile Türk musikisi ile ilgili akademik çalışmalarda artış görülmektedir. Makam ve eser analizleri de bu çalışmaların önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu çalışmada birbirine benzeyen ancak yapısal özellikleri açısından birbirinden farklı olan Rast ve Sazkar makamları karşılaştırmalı olarak ele alınmıştır. Makamlar hakkında nazari bilgiler verilerek benzerlikleri ve farklılıkları ortaya konulmuştur. Her iki makamın tarihsel süreci incelenmiştir. Türk müziğine önemli katkılarda bulunmuş müzikologların makam tariflerine yer verilmiş ve günümüzde kullanılan Rast ve Sazkar makamlarının yıllar içindeki değişim süreci örnekler üzerinden anlatılmıştır. Rast makamı, tarihsel süreçte müzikologlar tarafından ana makam olarak kabul edilmiş ve günümüze kadar birçok beste yapılmıştır. Sazkar makamı, daha sonraki dönemlerde terkip edilmiş olup, günümüze ulaşan eser sayısının Rast makamına oranla daha az olduğu bilinmektedir. Bu iki makamın analiz için tercih edilmesinin en önemli sebebi, enstrümantal müzikte önemli bir yere sahip olan taksim formu icra edilirken karakteristik özellikleri benzer olan makamların birbirleri ile karıştırılması ve icra esnasında ayırt edilememesidir. Özellikle Rast ve Sazkâr makamlarında bu durum sık görülmektedir. Her iki makamın ayırt edici özelliklerinin tam olarak anlaşılamadığı düşüncesi ile farklı karakteristik özelliklerinin daha iyi anlaşılması ve söz konusu olan soruna çözüm getirilmesi amacıyla bu çalışmanın yapılması uygun görülmüştür. Rast ve Sazkâr makamları incelenirken eserlerin form yapıları analiz edilmiş, mısra ve terennüm bölümleri ayrıntılı olarak incelenmiştir. Bestecilerin melodi üretkenliği makam tariflerinin değişiklik göstermesinin önemli sebeplerinden biridir. Bu sebeple incelenen eserler, farklı dönem bestekârlarının bestelemiş olduğu beste (2 adet), ağır semai ve yürük semâi formunda tercih edilmiştir. Eserlerde kullanılan usuller zencir, hafif, remel, aksak semai ve yürük semaiden oluşmaktadır. Makam tarifleri ve eser analizinden elde edilen tüm bulgular istatistik, tablo ve grafiklerle gösterilerek taksim icrasında dikkat edilmesi gereken özellikler ele alınmıştır.

Gravga Köprüsü -Yeni Bulgular, Değerlendirme ve Restitüsyon-

Arış · 2024, Sayı 25 · Sayfa: 9-31 · DOI: 10.32704/akmbaris.2024.195
Tam Metin
Mersin’in Mut ilçesi sınırları dahilindeki dağlık bölgede, tarihsel süreçte Akdeniz kıyılarındaki liman yerleşimleri ile kuzeydeki iç merkezler arasında Toroslar’ı aşan tarihî yol sisteminin bir parçası olan Gravga Köprüsü, Göksu Nehri üzerindedir. Mimari bulgular ve tarihsel bilgiler doğrultusunda, ilk inşasının Roma Dönemi’ne dayandığı, Karamanoğulları hakimiyet döneminde yeniden inşa edildiği, daha sonraki yüzyıllar boyunca da -bazıları kapsamlı- onarımlar geçirerek son şeklini aldığı düşünülmektedir. Ana gözlü, iki yöne dik eğimli tipteki Gravga Köprüsü, bugün hafif kırık hatlı bir plan şemasındadır. Su geçirme görevinde 5, hafifletme görevinde 4; toplam 9 gözlüdür. Cephe kompozisyonundaki dairesel hafifletme gözleri, genel cephe kompozisyonu, tabliye orta aksındaki yağmur oluğu düzenlemesi, duvar örgülerindeki karmaşa, yapı elemanları ve planla ilgili bazı özellik ve sorunlar itibarıyla tartışılması gereken; sanat ve mimarlık tarihi açısından da dikkate değer bulgular sunan bir yapıdır. Makalede, daha önce bu ölçekte saptanıp tartışılmamış olan durum ve bulguların analizi ve değerlendirmeler doğrultusunda restitüsyon önerileri de sunulmuş, bunlar çizimlerle desteklenmiştir. Bu restitüsyonda, göz kompozisyonunda, mevcut durumdan farklı bir açıklık düzeni ve sayısı önerilmektedir. Yine, tabliye ve korkuluklarla, kemerlerle, yapının güney selyaranındaki külahla ilgili düzenlemeler önerilmektedir. Bunlar, köprü mimarisine ilişkin genel teamül dışında da, örneğin cephede rastlanan, sonradan kapatılmış bir dairesel göz izi, ayak üzerindeki graffiti repertuarı gibi somut bulgulara dayandırılmaktadır.